Etiket arşivi: Mahmud Efendi

Bir tarikatın bozuk olduğunun en belirgin alametleri

  • Tarikatın başında gelen kişilerde de bağlılarında da ilim yoktur.
  • Bir bütün olarak bakıldığında tarikat aslında ilim öğretmez/yaymaz, kalpleri ihya etmez ve talebe ve hoca yetiştirmez.
  • Tarikat mensuplarının tamamına yakını sürekli olarak şeyhlerini ve rüyalarını konuşur durur. Nerede ise rüya ile amel edecek hale gelirler.
  • Çok para toplanır ama karşılığında o nispette kurban kesilmez, Kur’an kursu yapılmaz, talebe yetiştirilmez. Hemen göz boyayan radyo, televizyon ve dergi işlerine girilir. Onların da içi boş olur, ihlas olmaz. Çalgılı ilahiler bile yayınlanır.
  • Tarikatta genel olarak fıkıh da bilinmez, bileni pek bulunmaz, mensupları fıkhi meselelerde bocalar dururlar.
  • Şeriatta bile cevaz verilmeyen şeylere sözde tarikat ehli oldukları halde cevaz verirler.
  • Müridlerin kalplerinden dünya sevgisi, eşya sevgisi, uzun yaşama hırsı silinmez. Müridlerin kalpleri yumuşamaz, halleri düzelmez. Tavırları riyalı, yapmacık, kırıcı, sert olur.
  • Gerçek tarikat ehlinin yüzünde nuru olur, ibadetleri ve zikirleri yüzünde ve alnında bile nurlanmaya sebep olur ama bozuk tarikatların mensuplarında bu da görülmez.

Mehmet Fahri Sertkaya

Gereksiz sıkıntılara giriyorlar

Bu davranışları isabetli değil… İSLAM’A HİZMET ETMİYORLAR, SADECE MÜSLÜMANLARIN HIZINI KESİYORLAR, HATTA MÜSLÜMANLARI ÇIKMAZA VE FELAKETLERE SÜRÜKLÜYORLAR.

Böylesine küfür ve isyan dolu bir memlekette, Dar’ül Harp bir memlekette, bağlılarını Dar’ül İslam Fıkhı ile amel etmeye zorluyorlar. Yetmiyor bir de takva üzere yaşamaya zorluyorlar. Tabii ki mümkün de olmuyor. Bu bakış açıları, bu davranış tarzları fayda değil zarar veriyor bütün Müslümanlara… İslam devletinde bile avama, takva ehlinin fetvaları verilmez. Lakin onlar her şeyi öylesine bulama yapmışlar ki, Deccal küfrünün tam içinde yaşayan müslümanların hepsine birden ruhsat/kolaylık fetvaları değil de azimet/takva fetvaları veriyorlar. Bir taraftan kılık kıyafete kadar her şeyleri ile takva ehli olmaya çalışırlarken, bir taraftan faizden bile kaçınamayan çarşaflı, sakallı, cübbeli tuhaf insanlar durumuna düşüyorlar.

Tarih, Kültür, Sanat, Edebiyat, Þiir, Müzik, Dekorasyon, Kitap, Belgesel, Biliþim, Çocuk, Eðitim, Ekonomi, Seyahat, Ropörtaj, Saðlýk, Sinema, Þehir ve Yaþam, Teknoloji, Yemek ve Mutfak, http://www.akademidergisi.com


Müslüman kadının yüzünü de kapatması gerekir mi? Bu zaten ihtilaflı bir mesele… Yüzün kapatılması Dar’ül İslam’da bile farz değil. İlla kapatılacaksa bu takva fetvası olur. Ama yaşanılan bu devirde, böylesine fitnelerin kol gezdiği her yerin terör dolu olduğu ve küfrün hakim olduğu bu devirde aklı başında bir Müslüman kadın yüzünü kapatmaz. Kimliği tek bakışta anlaşılabilecek bir halde ve farzları da ihmal ve ihlal etmeden tesettüre girer. Yoksa tam aksine hiç anlamadığı bir anda tesettürü tamamen al aşağı edilebilir. Hiç istemediği bir durumda kalabilir. Dar’ül Harp memleketlerde, yani şeriat ile yönetilmeyen ülkelerde, Müslümanların ruhsat fetvaları ile amel edebilmesi bile çok büyük bir cihattır. Ve bu zaman öyle bir zamandır ki bu zamanın müslümanları hakkında Hz. Resul (s.a.v.) ”O zamanda imanı olanlara müjdeler olsun” ve “Siz benim ashabım/dostumsunuz, o zamanın müslümanları benim kardeşlerimdir” ve “Ümmetim yağmur gibidir. Evveli mi ahiri mi daha hayırlıdır(daha yüksek derecededir) bilinmez” buyurmuştur.

Koca koca Ehli Sünnet fukahası(fıkıh alimleri), küfür ve fitne devirlerinde, illa zorda kalırsa (ki zorda kalmanın ne demek olduğunun şartları, detayları var), Müslüman kadının saçının/başının büyük kısmını ve kollarını bile açabileceğine fetva vermişlerdir. Ama bunları, bizim bu milletimize, hususiyetle de bu İsmailağa cemaati mensubu müslüman Ehli Sünnet kardeşlerimize anlatmak kısa vadede pek mümkün değil.

Müslüman akıllıdır, zekidir. Ahiretini asla ihmal etmez ama dünyasını da asla ihmal etmez. İkisini at başı dengede götürür. Şeriat ile yönetilmeyen bir ülkede, İslamın emirlerine riayet etmek isteyenlere sıkıntılar çıkarılan bir memlekette Dar’ül Harp Fıkhı geçerlidir. Bu fıkhın dayandığı temeller de yine Kur’an-ı Kerim, Sünnet, İcma ve Kıyastır. Hiç kimse böylesine temel bir gerçeği göz ardı ederek, olmadık detaylarda Müslümanları boğamaz. Böyle bir hakka sahip olamaz. İmam-ı Azam ve İmameyn(İmam-ı Azam’ın ictihad mertesine yükselmiş iki talebesi), Dar’ül Harp Fıkhını da hazırlamışlar ve gerekli ictihadları da yapmışlardır. Lakin muhatabımız olan İsmailağa cemaati, böylesine ayarından çıkmış bir devleti, içinde Müslümanlar var bahanesi ile İslam devleti kabul ediyor ve böylesine küfür ve isyan dolu bir memlekette, bağlılarını takva üzere yaşamaya zorluyor.


Oysa bu mümkün değil. Hazreti Peygamberimiz şu anda Türkiye’de yaşıyor olsa, Dar’ül Harp Fıkhını tatbik edecekti. Bu ne demektir? Bu şu demektir, Hz. Peygamberimiz şu anda Türkiye’de yaşasaydı, Mekke hayatında, henüz bir İslam devleti/otoritesi tesis edilmediği ve şeriat kanunları geçerli olmadığı zamandaki uygulamaları ile hareket edecekti. Mekke döneminde, idare/yönetim Müslümanların elinde olmadığı için Dar’ül Harp Fıkhını tatbik etti. Bu cemaatin söz sahibi olanları, bunları da bilmiyor değiller. Bu davranış tarzları da samimiyetsizliklerinden kaynaklanıyor.

Böyle bir davranış tarzı ile, Müslüman erkeği ve kadını, toplum hayatının dışına iten, teknolojiyi, bilimi, tıbbı, orduyu, ticareti ve her şeyi ihmal eden bir ayara sokuyorlar. Bu gerçek bir mürşidi geçtik, gerçek bir zahiri alimin bile kat’iyen yapmayacağı ve yaptırmayacağı bir şeydir. Zira dünyayı ihmal ederek ahiret kazanılamaz. Dünya işleri hepten kafirlerin eline bırakılırsa, müslümanlar perişan edilirler. İmanlarını bile kaybedecekleri zulümlere, tuzaklara düşürülürler. Hem o dönemin Müslümanları, hem de soylarından gelen diğer nesiller, çok çok büyük sıkıntıların ve tehlikelerin içinde kalırlar.

Dar’ül Harp, adı üzerinde harp memleketidir. Bu harbin illa silahla olması da, ortada gözle görülür cephelerin ve silahlı mücadelenin olması da şart değildir. Çok çeşitli hileler ve çok şaşırtıcı fetvalar geçerlidir Dar’ül Harp Fıkhında ev Dar’ül Harp Fıkhı bir cemaatin ya da bir liderin uydurması da değildir. Bunların dayanağı da bizzat Peygamberimizin Mekke hayatındaki uygulamalarıdır. Anlaşıldığı üzere bu cemaatin tek sorunu cübbe ve çarşaf takıntısı da değildir. Daha temelde, çok daha vahim sıkıntıları söz konusudur.

İmamların maaşlarının bile genel evlerden toplanan vergilerle ödendiği böyle bir devleti İslam devleti bilmek, İslam dininin en temel emirlerinin yasak, en temel yasaklarının bile serbest olduğu, içkinin, zinanın, evlilerin zinasının, ibneliğin, şans oyunlarının, faizin her türlüsünün serbest olduğu ve bütün hukuk sistemi de gayri İslami olan böyle bir devleti İslam devleti bilmek, bu kadar ayardan çıkmış bir devlette, hiç mümkün olmadığı halde Dar’ül İslam Fıkhı uygulatmaya kalmak, bu nedenle bağlılarını olmadık sıkıntıların ve trajedilerin içine sürüklemek, küfür düzenine tabi bir parti sisteminin (aynı çarşaf gibi) hepi topu 150 senelik bir geçmişi olduğunu bile bilmeyip bu partilerden birini İslami parti, liderini emir’ül mü’minin bilmek-bildirmek itikadı bile sarsacak vahim hatalardır. Yıllardır yaptığımız ikazlardan, bu cemaatin içindeki bazı hocaların tesirlendikleri de görülüyor ama karınca hızındalar. İyice zorda kalmadıkça, çıkmaza batmadıkça, kamuoyu baskısı olmadıkça hatalı ve çok çok vahim neticeleri olacak yanlışlarından dönmüyorlar. Ayrıca Hz. Peygamberimiz(s.a.v.) o zamanlarda Rumların giydiği türden bir cübbeyi de giymiştir. Bu cemaatin zan ettiği gibi, gavurlar gömlek, mont giydi diye müslümanlar giyemez diye bir şey de yok. Müslüman erkek de kadın da, gayri müslimlerin elbiselerinden (dini ve siyasi mana ifade etmeyenlerini) giyebilirler. Yeter ki bu elbiseler tesettürün şartlarına uygun olsun.

Zamanın değişmesi ile İslamın hükümleri asla değişmez. Değiştiğini söyleyen İslam’dan çıkar ama elbiseler, binek vasıtaları, teknik araçlar, tartılar, tıp-tedavi yöntemleri ve araçları, eğitim metotları, fen ilimleri, evlerin eşyaların şekilleri, kullanılış şekilleri v.s. hep değişir.

O zaman çatal ve kaşık bulunmadığı ve Peygamberimiz üç eli ile pilav yediği halde, günümüzde çatal kaşık kullanmazlık etmeyen ve kullanan bu müslüman kardeşlerimizin, peygamberimiz cübbe giydi diye ceket ve mont giymemeleri de samimi ve doğru bir hareket değil. Günümüzde hala misvaktan daha ileri, daha sağlıklı ve yan etkisiz bir diş temizleme tekniği geliştirilemedi. Diş fırçaları ve macunları çok çeşitli açılardan mahzurlu. Şayet misvaktan ileri bir teknoloji bugün geliştirilsin, müslümanlara misvağı terk etmek ve o tekniği kullanmak şart olur. Sahabe hanımları da kara kara çarşaf değil, kara kara ferace giyip örtündüler. Ama varsayalım ki çarşaf giymişlerdi… Bugünün Müslüman kadınının buna rağmen, onlar çarşaf giymiş bile olsa, gelişen teknoloji ile üretilmiş başka bir kumaş çeşidinden başka bir elbiseyi(tesettürün şartlarına uygun olduktan sonra) giymelerinde hiçbir mahzur olmayacaktı.

Müslüman bir kadın, tesettürün şartlarına uygun olup, örtünmesi gereken yerlerini bolca örten bir kutu ya da çuval bile giyse tesettür emrine riayet etmiş olur. Çarşaf farz değildir. Tesettür farzdır. Yüzünü de örtmek şart değildir. Müslüman erkekler bolca ceket ve mont da giyebilir. Söz konusu İsmailağa cemaati, ehli sünnet olduğunu ve ehli tarik olduğunu iddia edip duruyorsa da ve ehli sünnetin muteber eserlerine kıymet veriyorsa da, başlarında büyük bildikleri, mürşid hatta müceddid bildikleri Mahmud Efendinin, en az 20 senedir akıl hastası ve diğerlerinin de ikbal peşinde samimiyetsizler olması nedeni ile, tabi olunacak bir cemaat ve yol değildir.

(Mahmud Efendinin akıl sağlığının yerinde olmadığı, herkesin onu ayrı ayrı sömürüp kullandığı, somut delilleri ile ispat edilmiştir. Daha önceki yazılarıma bakılabilir.)

Her geçen gün gerçek halleri daha da meydana çıkmakta ve daha da çok müslüman bunların bu gerçek yüzlerini ister istemez kabul etmektedir. Seferi-yolcu bir müslümanın, dört rekatlık farzları ikiye düşürmesi gerekirken yine dört rekat kılması nasıl doğru değilse, Dar’ül Harpte yaşayan bir müslümanın, Dar’ül İslam Fıkhını uygulamaya çalışması ve kendini, ailesini, müslümanları olmadık sıkıntılara ve tehlikelere atması da doğru değildir.

Zaten bu bilgiler ışığında etrafınızdaki müslümanların hayatlarını/uygulamalarını incelediğinizde göreceksiniz ki Türkiye gibi Dar’ül Harp memleketlerde Dar’ül İslam Fıkhı uygulayabilmek, dar’ül İslam fıkhına göre yaşayabilmek zaten MÜMKÜN DEĞİLDİR.

Mehmet Fahri Sertkaya

Farz olan çarşaf değil, tesettürdür


Ne tarih bilirler, ne fıkıh… Ne de bilseler gerçekler işlerine gelir. Hep bir yobazlık, hep bir inat, hep bir aldatıcılık…

İyi bilinmeli ki, kendisini mürşid hatta müceddid zan eden ve bu iddia ile yüz binlerce müslümanı peşine takan cami imamlarının iddia ettiğinin aksine, çarşaf “çarşaf-ı şerif” değildir. Hanım sahabeler de kara kara çarşaf değil kara kara ferace giymiştir. Çarşaf farz değildir. Çarşaf Ortodoks Hristiyanlarda da Ortodoks Yahudilerde de vardır.

Müslüman kadınlara farz olan ise tesettürdür ve tesettürün belirli bir kıyafeti yoktur. Bir çuval giyerek bile örtülmesi emir edilmiş yerlerini örten bir müslüman kadın, tesettür emrine riayet etmiş olur. Çarşaf, burka, ferace, pardesü v.s. hususi olarak emir edilmemiştir. Zaten dünyanın yedi ikliminde, artı 45 derece çöl sıcaklığında, eksi 45 derece Sibirya soğuğunda ve çok çeşitli iklimlerde ortak olarak çarşaf giyilebileceğine inanmak sadece cahillik ve samimiyetsizlik değil aynı zamanda bir akıl hastalığının alametidir.

Peygamberimiz (s.a.v) de kendi zamanında Rumların giydiği tarzda dikilmiş bir cübbeyi giymiştir. Ayrıca İslam’ın emir ve yasakları zamanla değişmez ama kılık kıyafet, fenni ve teknik araç gereç, ev ve iş eşyaları, eğitimde ve öğretimde kullanılan aletler hep değişir.
Ortodoks Yahudi hahamları da çarşafın Ortodoks Hristiyanlarının kıyafeti olduğunun farkındadırlar ve son yıllarda Ortodoks kadınlara hitaben “Yanılıyorsunuz. Kara çarşaf siz ortodoks Yahudilerin değil Ortodoks Hristiyanların kıyafetidir. Bu çarşafı giymenizi yasaklıyoruz” diyorlar. Sert tedbirler alıyorlar, ciddi baskılar yapıyorlar.

Sultan Abdülhamid Han’ın çarşafı yasaklatması hadisesi de gerçektir. Bu husus Osmanlı arşivleri ile de sabittir. Gerekçesi de çarşafın Ortodoks Hristiyan kıyafeti olması ve çarşaf giyenlerin kimliğinin tespit edilememesi nedeni ile fitne çıkması, hırsızlık, arsızlık ve fuhuş aracı olarak kullanılmasıdır.

Mehmet Fahri Sertkaya | Akademi Dergisi

___________________________________________

Sultan Abdülhamid Han’ın çarşafı yasaklattığına dair resmi vesika şu adreste: http://www.GercekMahmudEfendi.blogspot.com

#BozukTarikatlar
#Nursuzlar
#İsmailAğa
#Fıkıh
#MahmudEfendi
#CübbeliAhmedHoca

Sizinle dalga geçiyorlar! Yusuf El Karadavi kimdir?


Bu herif, Mahmud efendiyi müceddid seçenlerin başında geliyor ve o İngiliz casusu bir “NATO imamı”…


Yusuf el-Karadavi Kimdir?

Yüzde seksen küsuru Sünni Müslüman olan Suriye’de, Esed’i destekleyen, BOP’a yani gerçek adı ile Büyük İsrail devleti projesine karşı çıkan, saymakla bitmez, çok sayıdaki Sünni alimden biri olan Muhammet Said Ramazan El Buti, camide sohbet vermekte iken bombalı bir saldırı ile şehit edilmişti. Suriyeli Sünni alim el Buti’nin, CIA-MOSSAD uşağı sözde muhalif ve mücahid, özde paralı kiralık katil teröristler tarafından şehit edilmesi üzerine, Yusuf El Karadavi’nin yaptığı açıklamalar, dünyanın dört bir tarafında çok sayıda müslümanda öfke uyandırmıştı.

Ortadoğu ülkelerinde ‘Arap baharı’ adı altında, Büyük İsrail projesini gerçekleştirmek için yapılan ihanet, tahrip ve yıkımların çoğu, satın alınmış sözde İslam alimlerinin, özde Amerikan ve Siyonist casuslarının fetvaları sayesinde gerçekleşmişti. İslam’ı bir din gibi değil de, bir siyasi ideoloji hatta siyasi parti gibi kabullenip, dünya menfaat ve siyasetine alet eden İslamcılar da bu projede yoğun olarak kullanıldılar.

Özellikle de Arap halklara karşı hazırlanan komploda rolü deşifre olan Karadavi bunlardan biri… Ortadoğu’daki müslüman halkların ezici çoğunluğunun gözünde, kimliği ve misyonu çoktan deşifre olan Karadavi, İngiliz casusu bir NATO imamından başka bir şey değil…

Onun şimdiye kadar İsrail’e, Siyonizme ve bunların kuklalarına karşı cihat etme fetvası çıkarmaması acayip bir çelişkidir. Oysa kendisi, Katar’ın, ABD-İsrail planlarının, NATO’nun hizmetindedir ve bu güç odaklarının nüfuzu sayesinde sözde Dünya Müslüman Alimler Birliği başkanıdır.
Adamın geçmişi, hizmet ettiği arka planı, neye/kime çalıştığını bize anlatıyor. 

Hikaye, 1954 yılında başladı. Mısır cumhurbaşkanı Cemal Abdulnasır İskenderiye şehirinde Menşiyye meydanında bir suikast girişimine uğramıştı. Suikastin başarısızlığı Müslüman kardeşler (İhvan-ı Müslimin) liderlerinin ülkeden kaçmasına neden olmuştu.

Onlardan birisi, Suriye, Ürdün ve Suudi Arabistan arasında gidip gelen Dr. İbrahim İzzeddin idi. Daha sonra Arap Emirliği kimliğini alarak Abu Dabi’de Şeyh Zayed’in yardımcısı olarak görev yaptı.
Müslüman Kardeşler örgütü üyesi olan mültecilerin çoğunluğu Körfez Şeyhlikleri arasından Katar’ı tercih etti (Emir Hamad daha iktidar olmamıştı) Onlardan birisi, Mısır askeri hapishanesinde göz altına alındıktan sonra Emniyet sorumlusu Salah Nasr tarafından Mısır İstihbarat örgütü lehine çalışmayı kabul eden Yusuf El Karadavi idi.


1. Resim:

Karadavi’nin Mısır istihbarat arşivlerinde dosyasındaki fotoğrafı
Katar’da durumlar değişti. Yusuf El Karadavi, biraz saf olan Katar şeyhlerini Salah Nasr istihbarat örgütünden maddi olarak daha faydalı buldu. Bu yüzden Salah Nasr’la ilişkisini kesti. Mısır hükumetinin pasaportunu yenilemediği gerekçesiyle şimdiye kadar taşıdığı Katar kimliğini aldı. Onun tercihlerinin en büyük amili/etkeni, para ve menfaat idi.
Katar o dönemde İngiliz sömürgesiydi. İngilizler, Süveyş kanalı ve Arap-İsrail kavgası konularında Abdulnasır’la kavga halindeydiler.
33 yaşında olan Karadavi o dönemde Katar’ı ve bir kaç ülkeyi daha işgal eden İngiltere’ye karşı hiç bir konuşma yapmadı. Aksine, her şeyiyle İngiliz olan Katar’a iltica edip, hazinesinden maaş almaya başladı. Almaya da devam ediyor. O zaman, İngilizlerin kışkırtması ile ve Müslüman kardeşler örgütünün politikasına da uygun olarak, Siyonist rejimle savaşan Abdulnasır’a karşı kampanyalar düzenlemeye başladı.
Karadavi, körfez’deki İngiliz işgalini hiç eleştirmedi. Katar şeyhliğinde ilişkileri giderek derinleşti. Katar’ı fiili olarak, Ali bin Abdullah Âl Tani tarafından silahlı kuvvetler ve polis genel komutanı tayin edilen İngiliz subay Cochrane yönetiyordu. Katar halkının çoğunluğu işgalci İngilizlerle işbirliği yapmayı reddettiği için ordu ve polisin çoğunluğu Hintli ve Asyalılardan oluşmaktaydı. 
İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetlerinde eski bir subay olan Philip Blant ise Katar hükümdarı yardımcısı olarak işe başladı. 1950’de İngiltere Arthur Wilton’u yine ‘hükümdar yardımcısı’ ismi altında Katar’da birinci siyasi sorumlu olarak tayin etti.
2. Resim:

Şeyh Ahmet bin Ali Âl Tani ordu ve polis komutanı Ronald Cochrane ile birlikte
Cochrane, Müslüman Kardeşlerin Katar yarımadasındaki faaliyetlerini kontrol ediyordu. Onlarla özel ilişkiler dokumaya başladı. Özellikle de uzaktan din eğitimi alan El Kardavi ile… 
O zamanda Kardavi’nin Mısır cumhurbaşkanı Abdulnasır’a karşı kışkırtma aktivitelerinden başka yaptığı bir şey yoktu. Daha sonra Filistin direnişine karşı bir kampanya başlattı. Bir çok Katarlı iş adamının, ‘kendini tehlikeye atma’ olarak tanımladığı Filistin direnişine maddi destek vermesini engelledi.
3. Resim:

Şeyh Ahmet bin Ali, Ronald Cochrane ve aralarında Yusuf El Kardavi’nin bulunduğu Müslüman kardeşler örgütü mültecileri ile birlikte
Hükümdar ailesine giderek yakınlaştı. Onlara göre fetva hazırladı. O fetvaların en meşhuru, Şeyh Hamad’ın babasını sırtından vurmasını ve ona karşı bir darbe düzenlemesini mübah sayan fetva. Kur’an-ı Kerim’de açık açık zikredilen (Onlara (babalara) hiç bir kötü söz söyleme, kötülük yapma) ayetine ters olmasına rağmen Kardavi ümmetin çıkarının Hamad’ın yaptığını gerektirdiğini öne sürdü. Sanki Hamad’ın babasına karşı düzenlediği darbe hanımı Moza ve Siyonist rejimin isteğiyle değil de Katarlı ümmetin isteğiyle oldu. Ki siyonist rejim hemen, Şeyh Kardavi’nin konuğu olduğu ‘Şeriat ve Hayat’ programını yayınlayan El Cezire televizyonu binasının çok yakınında bir elçilikle mükafaatlandırıldı.
Şimdiye kadar açık olan bir soru var: Yusuf El Kardavi’nin İngliz subay Cochrane ve İngliz istihbaratıyla ilişkisi ne kadar gelişti?
Hiç kimsenin milyonlarca müslümanı aptal yerine koymaya hakkı yok. Hiç kimsenin akıl sağlığı da yerinde olmayan hasta ve ihtiyar bir adam (Mahmud efendi) üzerinden, Sünnilik ve Nakşilik iddiası ile ve de kurmaca bir müceddidlik iddiası/tiyatrosu ile Türkiye müslümanlarını da dolaylı yoldan Siyonizme hizmet ettirme hakkı, lüksü yok.
Mahmud efendiyi müceddid ilan edenler arasındaki tek Siyonist casusu Karadavi değildir. Bu İslam/ehli sünnet davası, bu tasavvuf davası, bu vatan ve devlet davası sahipsiz değildir. İmam-ı Rabbani evlatlarını izlemeye devam edin. BOP’çuların, İslamcıların, particilerin, bozuk tarikatların, ihvancıların ve hepsinin ağababaları olan Siyonistlerle işbirliği halindeki İçimizdeki İsrail‘in bütün planlarını bozacaklar.


Mehmet Fahri Sertkaya 

Akademi Dergisi

Takva ehli olacağım derken takla atmayın! Türkiye’de İslam hukukuna göre yaşayamazsınız!

Cübbeli Ahmed Hoca, mahmud efendi, fıkıh, dar'ül harp, dar'ül islam, türkiye dar'ül harp mi, çarşaf, Mehmet Fahri Sertkaya,



Dar’ül harp fıkhı bir cemaatin ya da tarikatın kendisinin uydurduğu bir şey değil. 

Artık gözünüzü açın, güçlenin! 

Türkiye’de İslam hukukuna uygun yaşayamazsınız!

Türkiye gibi bir ülkede, dar’ül islam(Şeriat devleti) fıkhı ile amel etmeye kalkarsanız da edemezsiniz. 

Mahmud Efendi bağlıları gibi bocalar durursunuz. Tavizsiz şekilde İslam’ı yaşadığınız düşüncesi ile sakala, sarığa kadar hassas olmaya çabalar iken her gün faiz yersiniz ve faiz verirsiniz. Her gün haram meclislerinde bulunursunuz. Ya da ictimai/sosyal hayattan, tahsil imkanından, ticaretten, sanayiden, teknolojiden, kültür ve sanattan uzak mı uzak kalıp kendi çapınızda bir dünya kurmaya kalkarsınız ama bunu da başaramaz ve afallar kalırsınız. Hatta dünya-ahiret dengesini bozar, dünyanız ile beraber ahiretinizi de kaybedersiniz. Ehli küfrün zulmü altında zorla da olsa gayri İslami yaşatılırsınız (ki bakın yakın tarihe bundan başka bir şey görüyor musunuz?).

En iyi ihtimalle sizin kadar hassas olmadığını düşündüğünüz ve şiddetle tenkit edip durduğunuz babanıza muhtaç kalırsınız. Evinizi yuvanızı o kurar ama sonra siz yine bir iş tutamazsınız, hiçbir işin içinden çıkamazsınız da babanızın iş yerinde kenar köşede, çok da teknik olmayan ve çok da getirisi olmayan bir yerde çalışıp üç kuruşa geçinmeye çalışırsınız. Ne kendinizi güçlendirebilirsiniz, ne de bütün müslümanların bir an evvel güçlenmesi ve İslam şeriatının uygulanıp hayatın her aşamasında nizamın, huzurun, güvenin olması yolunda bir katkınız olur. 

Her gün sabah akşam etrafınızdaki yüzlerce insana ve esnafa bile selam vermeden geçersiniz. Onlar da sizi dışlar ve hiç kimseye İslam’ın güzelliklerini gösterme ve anlatma imkanı da bulamazsınız. Dahası da var, her bir şeyi ehli küfre bıraktığınız için, babasının iş yeri olmayanlar mecburen bir fabrikada olsun çalışmak isterler de ciğeri beş para etmez birinin takıntıları ile uğraşırsınız. Bir gün kıyafetiniz, öbür gün sakalınız, sonraki gün misvağınız, sonra düşünceniz, itikadınız, şu bu derken, her şeyiniz mesele olur…

Oysa böylesine devlet otoritesi ve halkı ile beraber İslam’dan uzaklaşmış bir ülkede, Allah’ın(c.c.) ve Rasülünün(s.a.v.) emrini yerine getirip, Hz. Peygamberin yaşayarak örnek olup gösterdiği dar’ül harp fıkhına (şeriat ile idare olunmayan ülkelerdeki İslam fıkhına) tabi olsanız, İmam-ı Azam’ın ve müctehid talebelerinin tafsilatı/ayrıntısı ile ilmi eserlere aktardığı dar’ül harp fıkhına tabi olsanız, her şey bir anda tersine döner. Ezilen ehli küfür, ezen de siz olursunuz. Güç kaybeden onlar, sürekli güçlenen de siz olursunuz.

Dar’ül harpte dar’ül islam fıkhı uygulamaya çalışmak takva değildir. Çok feci neticeleri olan bir yanılgıdır. Zira dar’ül harpte dar’ül islam fıkhı uygulayabilmek zaten mümkün değildir. 

Şu Türkiye’ye bir bakın; Bankalara, kartlara hiç bulaşmadan hanginiz ticaret yapabiliyorsunuz? 

Devletin olmadık haram gelirlerine bulaşmadan hanginiz memur olarak çalışabiliyorsunuz?

Açık saçık kızlarla yan yana gelmemek adına liseye ya da üniversiteye gitmeyip her sahayı ehli küfre terk ediyorsunuz ama sonra ister istemez açık saçık kadınların da bulunduğu yerlerde yaşıyor hatta çalışıyorsunuz. 

Siz alış veriş yaparken, ticaret yaparken, maaş alırken paralarınız  gölgesinden korkan üç beş Yahudi’nin bankasında işletiliyor ve sizin sırtınızdan bedavadan korkunç paralar kazanıp bu paralarla size saldırıyorlar ve dininize düşmanlık ediyorlar da, sizler bu paralara dokunmayıp onlara bırakmayı takva görüyorsunuz. 

Oysa dar’ül harp fıkhında bütün bunları kolay yolları ve çıkar yolları var ve bütün bu kolaylıklar şeriata uygun. Dar’ül harp fıkhı bir cemaatin ya da tarikatın kendisinin uydurduğu bir şey de değil. 

Artık gözünüzü açın, güçlenin! Bunun için önce samimi bir niyetle dar’ül harp fıkhını öğrenin! Sonra da üzerinize farz olduğu şekilde bu küfrün yıkılması için gece gündüz, maddi ve manevi gayret edin.

Mehmet Fahri Sertkaya|Akademi Dergisi