Dünyalarından kaçtılar, dünyamıza bela oldular

Bundan çok yaklaşık yüz milyon yıl önce, başka bir dünyanın insanları çok büyük bir harp yaşadılar. Bu harpte çok perişan oldular ve çok yüksek sayıda can kaybı yaşandı. Canını kurtarabilenlerden bir grup, çok sayıda uzay aracı ile dünyamıza geldi.

Öncelikle güney Amerika’da yerleştiler. Arkalarından takip edilmek ve saldırıya uğramak endişesi yaşadılar. O zaman dünyamızda bir Adem ile Havva ve bunların evlatları/nesilleri yoktu. Yani dünyada o gelenlerden başka insan yoktu. Böyle olsa da yeraltında yaşamaya karar verdiler. Çünkü bir gün peşlerinden gelineceğine ve saldırıya uğrayacaklarına emin gibiydiler.

Bizden kısa boyluydular, gri renkli derileri vardı. Bilim ve teknolojide uçuk seviyeye gelmişlerdi. Din, namus ve ahlakta ise o nispette gerilemiş, dibe vurmuşlardı. Kural tanımaz, merhamet etmez, utanmaz, sürekli birilerine ya da bir yerlere zarar vermezlerse uyuyamaz hale gelmişlerdi. Adeta kötülükle beslenir, gıdalanır olmuşlardı.

Sığındıkları dünyamızda, daha çok Peru, Bolivya, Şili, Arjantin taraflarında ikamet ettiler. Yer üstünde çok az sayıda bina inşa ettiler. Yerin kilometrelerce altında ise çok geniş yeraltı şehirleri tesis ettiler. Gelirken yanlarında kendi dünyalarından bazı hayvanlar, bitkiler, toprak numuneleri ve sular ve teknolojik cihazlar da getirdiler.

Dünyamıza kurulduklarından bir süre sonra, dünyamızı, üzerindeki hayatı çok ileri teknoloji ile incelediler. Daha sonrasında ise niyetlerini bozdular ve hiç yapmamaları gereken işlere giriştiler.

Kendi dünyalarından getirdikleri hayvan ve bitki türlerinin bizim dünyamızın tabiatına uyum sağlayıp sağlamayacağına bakarak işe giriştiler. Onları tabiata tam olarak salmadan önce bazı yerleri çitlerle çevirdiler ve onları oralara salarak gözetlediler.

Sonra dünyamızın tabiatına uyum sağlayabilenleri tabiata saldılar. Uyum sağlayamayacaklarını düşündükleri hayvanların ise genleriyle oynadılar. Bir zaman geldiğinde bu işte daha da ileri gittiler ve bizim dünyamızın hayvanlarıyla, kendi dünyalarından getirdikleri hayvanların genetik kodlarını birleştirmeye başladılar. Melez hayvan türleri türettiler. Bunları da hemen tabiata salmadılar da etrafı çevrilmiş geniş alanlara bırakarak gözetlediler, incelediler.

Dünyamızdaki hayvan ve bitki türlerini de sınıflandırdılar. Her sınıftaki hayvanları detaylıca incelediler. Bunların hepsinin genetik kodlarını elde ettiler. Sonra Peru Nazca merkezli kurdukları o muazzam tesiste yüzyıllar boyunca hayvanların ve bitkilerin genleriyle oynadılar. Çok ileri seviyede genetik mühendisliği yaptılar.

Uçan daireleri bol miktarda vardı ve bu tesisi havadan da gözetliyor, inceliyorlardı. Çok geniş ormanlık arazide, havadan gözetleme yaparken, hangi hayvan türü için ayrılmış sahanın üzerinde bulunduklarını karıştırdıklarından ötürü, bir süre sonra her sahaya o hayvanın resimlerini çizdiler. Yukarıdan net görülebilmesi için hayvan çizimlerini yüzlerce metre büyüklüğünde ve kusursuz bir şekilde çizdiler.

Toprağa çizdikleri bu şekilleri, uçan daireleriyle çok kolayca ve toprağın kimyasını bozarak, atomlarını yakarak yaptılar. Böylelikle uçan araçlarıyla havadayken, yüzlerce hayvan sınıfından hangisinin testlerinin yapıldığı arazinin üzerinde olduklarını hemen anladılar.

Resimde gördüğünüz sahaya da maymun şekli çizdiler. O zamanlar dünyamızda bu görülen şekle benzeyen üç beş maymun türü vardı. Maymunlar öyle fazlaca insana benzemezlerdi. İşte bu gelen kuralsızlar, başka bir dünyadan cennet misali olan dünyamıza gelen bu başka insan türü, maymunlar üzerinde de çok oynadı.

Yaptıkları genetik mühendisliği çalışmaları sırasında maymunlarla kuş türlerinin, maymunlarla aslanların, maymunlarla mümkün olabilen her türlü hayvanın kodlarını birleştirdiler. Bu denemelerde suni rahimler de kullandılar. Yani taşıyıcı anne bir hayvana bile ihtiyaç duymadılar. iyi netice elde edilmediği hemen görüldüğünde, türettikleri o yeni türleri hemen itlaf ettiler. İlk bakışta sorunsuz görünen hayvanlar türetebildiklerinde ise etrafı çitlerle çevrili geniş sahalara yayarak bir süre incelediler. Bu süreçte bir zaman geldiğinde maymunlara kendi insan genlerinden bile eklediler. O zamanlar orangutanlar da yoktu, bu kadar geniş maymun çeşitleri de yoktu, maymun insanların bu derece benzerliği de yoktu.

Sadece maymun türleri türetmek için çok çalışmadılar. Akıl almaz hayvan türleri türetmek için de çok çalıştılar, çabaladılar.

Bir zaman geldiğinde dünyamızın yırtıcı kuşlarıyla, yırtıcı sürüngenlerinin kodlarını da birleştirmeye başladılar. İşte dünyamıza ve kendilerinden sonra milyonlarca sene boyunca dünyamıza gelecek ve dünyamızda yaşayacak olan dünya insanlarına, en büyük kötülüklerden birini de bu şekilde yaptılar.

Bu kısımda çılgınca sonuçlar aldılar. Kuş denilse değil, yırtıcı sürüngen denilse değil, acayip bir canlı türünü, dinozorları türettiler. Hatta çeşit çeşit farklı kod birleştirmeleri yaparak, çeşit çeşit dinozor türleri de türettiler. Zaten bir süre sonra dinozor çeşitleri de kendi aralarında çiftleşerek ayrıca yeni dinozor türlerinin türemesine sebep oldular. Üzerine tahminen 30-40 milyon yıl geçene ve soyları tamamen kurutulana kadar, bu dinozorlar hep insanlığın başına bela oldular. Çok canlar yaktılar. Tabiata da çok zararlar verdiler. Kendileri de gün yüzü görmediler, rahat etmediler.

Tıpkı timsahlar gibi…

Daha önce yazmıştım. Deniz iguanalarından, ahtapotlara ve timsahlara kadar pek çok hayvan türünün gerçek hikayesi, hiç de zan ettiğimiz gibi değil…

Gelirken yanlarında getirdikleri hayvan türlerinden biri de timsahtı. Lakin onların kendi gezegenlerinden alıp getirdikleri timsahlar, aslında nispeten çok daha uysal, daha az yırtıcı hayvanlardı. Getirdikleri timsahın sonra burada genleriyle oynadılar. Daha vahşi, yırtıcı, zararlı bir hayvana dönüştürdüler. Derilerinin kalınlığını ve doku yapısını bile değiştirdiler.

O günden beri de ne timsahlar rahat ettiler, huzurlu yaşadılar, ne de insanlar ve hayvanlar… O günden beri sayısız dünya insanı bu kasten vahşileştirilmiş timsahlar nedeniyle can verdiler ya da ağır aralandılar hatta uzuvları koptu ve bu hala devam ediyor. O günden beri kilometrelerce yol giderken yol üstünde su bulan hayvan sürüleri, suya korka korka yanaşır oldular. Çünkü timsahlar hep buralarda pusular kurdular, kuruyorlar. Daha da önce de dediğim gibi, timsahlar bu dünyanın tabiatına hiçbir fayda sağlamadılar ve aksine olarak hep zararlı oldular. Şimdi yok olsalar, hem kendileri, hem hayvanat, hem insanlık kurtulmuş olur.

Bu genetik mühendisliği işinde o kadar sınır tanımaz tavırlar sergilediler ki bir süre sonra kendileri üzerinde de ileri seviyede denemeler yaptılar.

Dünyada kuvvetli, bazı yönleri değişik ve faydalı gördükleri hayvanların genlerini kopyalayarak kendi türleri üzerinde denediler. Bir anne ve baba uzaylıya ihtiyaç bile duymadan, suni rahimlerde kendi türlerinin doğmasını zaten sağlayabiliyorlardı. Bunun üzerine söz konusu hayvan kodlarını da eklediler ve neticelerini gözetleyip incelediler. Kendi türlerini bile değiştirmeye, bozmaya kalktılar. Bir süre sonra kanlarının rengi yeşile döndü. Ciltlerinde ise artık grinin haricinde yeşile çalan kısımlar da görülür oldu. Bu denemelere de yüzlerce sene devam ettiler.

Dünyayı her geçen gün daha çok bozuyor, darbeliyorlardı ki saldırıya uğradılar.

Şükür ki bunların düşmanı olan başka bir uzaylı insan türü bunların izini buldu. Hiç beklemeden çok ağır bir saldırı yaptılar. Nükleer bomba teknolojisinden çok çok daha ileri silahlarını, bunların üzerlerine üst üste attılar. Bu insanlıktan çıkmış uzaylı insan türü, nihayet belasını buldu. Aralarından çok çok azı sağ kaldı. Diğerleri cehennemi dünyada yaşarcasına dehşetli saldırılar altında feci şekillerde can verdiler. Saldırı ihtimalini hep göz önünde bulundurarak sığınaklar ve ihtiyaç duyulacak araçlar, cihazlar hep hazırda bekletiliyordu. Buralara sığınarak kaçanları bir avuçtular ama iki farklı gezegene giderek insan şeytanlığı yapmaya oralarda devam ettiler. Bize de çok yaklaşık yüz milyon yıldır bunların şeytanlıklarının sıkıntılarını çekmek kaldı ve hala çekiyoruz.

Peru, Şili, Bolivya ve Arjantin’de bir kısım toprak, bu saldırıda tamamen yanarak çölleşti. Yeraltı üslerinin tamamına yakını imha edildi.

Bu konularda çok daha fazla şeyler yazacağım, anlatacağım.

O zaman o büyük saldırı yaşandığında, Nazca ve çevresinde pek çok yer aniden yandı. İnsanlar, binalar, ağaçlar, hayvanat ve hatta toprak yandı.

Hemen çölleşme olduğu için Nazca çizgileri denilen bu çizgiler, bu izler milyonlarca senedir kaldılar, yok olmadılar. Çünkü güneş hep kuru tuttu, yağış almadı ve öylece kalakaldı.

Aslında oraya sadece çizgi çizmediler. Toprağı lazer benzeri bir teknikle yaktılar, çizgiler boyunca kanal açtılar ama o çizgilerin/kanalların içine bu gün hologram dediğimiz teknolojiye benzer bir teknoloji de yerleştirdiler. Bu kanallardan yukarı doğru lazer ya da hologram diyebileceğimiz ışıklı görüntü verildi. Gökte bile bu hayvanatların şekilleri görülüyor ve bu şekillerin altına düşen kısımda bu tür hayvanların toplandığı, incelendiği hemen anlaşılabiliyordu.

Bu çölleşme bu güne kadar kaldı.

Milyonlarca yıl geçti ama bölge yeşermedi, yeşermiyor. Dünyanın en sıcak ve en kurak çölü de bu bölgedeki Atacama çölü…

Şili, Peru, Arjantin ve Bolivya sınırları içinde yer alan bu koca çöl, bilim adamlarına sorarsınız, Büyük okyanusun yakın kısmındaki soğuk su akıntısı nedeniyle hep çöl olarak kalmış. Su soğuk olunca güneş oralarda okyanus suyunu buharlaştırmamış ve bu da göğe suyun/nemin yükselmemesine sebep olmuş, neticesi olarak da oralar hiç yağmur yağmayan yerler olarak kalmışlar.

Okyanusa bu derece sıfır/yakın bir arazinin/çölün, milyonlarca yıldır hiç yeşermemesi, izah edilebilir şey değildir. Bunun izahı için Humboldt Akıntısı denilen bu soğuk akıntı sebep gösterilir.

Sarsıcı bir gerçek de şudur ki Humboldt Akıntısı denilen şey de suni yollarla ve uzaylılar tarafından sağlanmış bir akıntıdır.

Söz konusu yerlerin hep çöl olarak kalmasını uzaylılar istediler ve istiyorlar. Çünkü milyonlarca yıldır dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, bu bölgede yeraltında da uzaylı tesisleri var. Bölgedeki çok geniş çölleşmiş arazilerin altında, çok geniş yeraltı şehirleri günümüzde de var.

Bunu, oralarda daha rahat yaşayabilmek, geceleri ve gündüzleri uçan dairelerle ya da başka araçlarla yeryüzüne ya da gökyüzüne çıktılarında nispeten daha rahat olabilmek için de yapıyorlar ama bir sebebi daha var. Kızgın kumlar güneşin yakıcı ışınları sayesinde aşırı derecede ısınıp ısıyı daha alt tabakalara geçiriyorlar. Bu alt tabaka kısmında ısıyı, elektrik enerjisine çeviren sistemler var. Yani yerin kilometrelerce altındaki gizli şehirlerin, üslerin sarf ettiği enerjinin bir kısmı bu çölleşmiş sahada oluşan ısı sayesinde elde ediliyor. Bu teknoloji, bizim güneş panelli elektrik üretme teknolojimizden çok çok ileri bir teknoloji…

Söz konusu dehşetli saldırı sırasında, buna karşılık vermeye de çalıştılar. Zaten kuzey Amerika’ya da az çok tesisler kurmuşlardı ve oralara da yayılmışlardı. Saldırı gelince, söz konusu yakıcı bombalardan kuzey Amerika’ya da atıldı.

ABD’deki Nevada Çölü de bu saldırıdan nasibini alıp çölleşen bir arazi. Bu saldırılarda düz zeminli araziler hemen yanıp kavrulup kuru toprak oldular ama dağlık, engebeli yerler de saldıraya maruz kalınca, adeta içten kavruldular. Aslında atılan bu yakıcı bombalar, yerin çok altındaki üsleri, şehirleri de yakması için atıldılar. Tesir güçleri çok fazlaydı. Böyle olunca, yerin üstündeki tepeliklerin ve dağların da sadece yüzeyini değil, iç kısımlarına kadar her yerlerini yaktılar. Dağlar içindeki kayalık kısımlar bile bu saldırıdan nasiplerini aldılar. Onların bile fiziki şekilleri değişti.

Böylelikle Nevada Çölünde ve daha başka çöllerde görülen o tuhaf yanık, kurak, tepelik/kayalık sahalar oluştu.

Bazı bölgelere atılan yakıcı bombaların şiddeti ise nispeten düşüktü. Oralara çok kuvvetli bombalar atmaya gerek görmediler. Hal böyle olunca da oralarda bir süre sonra yeniden yeşermeler oldu. Hiç değilse kısmi yeşermeler oldu. Bir de bombaların atıldığı yerden daha uzak çemberde olan yerlerde, nispeten daha az sıcaklık oluştu, daha az yanmalar oldu ve bu da kısmi çölleşmelere sebep oldu.

Mehmet Fahri Sertkaya|Akademi Dergisi

Bir Yorum Yazın