Etiket arşivi: Nurcular

Said-i Nursi(Said Okur)’nin küfre götüren büyük hataları

Said Nursî’nin hemen hemen, bütün risâle’lerinde tekrarladığı (Esâsen, risâle’ler birbirinin usandırıcı birer tekrarından ibârettir.) çok önemli, fâhiş, te’ville, tashîh ile telâfisi mümkün olmayan, “eski Said, yeni Said,” tekerlemeleriyle geçiştirilmeyecek, inananları küfre kadar götürecek hatâ’larla doludur.

FÂHİŞ VE KÜFRÜ MÜLTEZİM BÜYÜK HATA’LAR ZİNCİRİ:

1- Teslis Akîde’sine sâhip, müşrik Hıristiyan’ların, şehîd olduklarını ve cennete girebileceklerini iddia etmiştir; “Bir zaman, eski Harb-u Umûmî’de, düşmanların, ehl-i İslâm’a ve bilhassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pekçok müte’llim oluyordum. Fıtratımda, şefkat ve rikkat ziyâde olduğundan, tahammülüm haricinde azap çekerdim.

Birden kalbime geldi ki, o maktûl ma’sumlar şehid olup velî olurlar; Fânî hayatları, bâkî bir hayata tebdil ediliyor; ve zâyi olan malları sadaka hükmünde olup, bâkî bir mal mübâdele olur. Hattâ, o mazlumlar kâfir de olsa âhirette kendilerine göre o dünyevî âfattan çektikleri belâlara mukâbil rahmet-i İlâhiye’nin hazînesinden öyle mükâfatları var ki, eğer Perde-i Gayp açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir tazâhür-ü rahmet görünüp, “yâ Rabbî! Şükür elhamdülillâh” diyeceklerini bildim ve kat’î bir suretle kanaat getirdim. Ve İfrat-ı Şekfat’dan gelen şiddetli te’sir ve elemden kurtuldum.” (Kastamonu Lâhikası, (49), Yeni Asya Neşriyatı, İstanbul, Temmuz 2004, 3. Baskı)…
“Birden ihtar edildi ki, böyle musîbet’lerde kâfir de olsa hakkında bir ne’vi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musîbet ona nisbeten pek ucuz düşer. Böyle musîbet-i Semâviyye ma’sumlar hakkında bir nev’i şehâdet hükmüne geçiyor. O musîbet-i Semâviyye’den ve beşerin zâlim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun, şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi, büyük mükâfat-i Ma’neviyyeleri, o musîbeti hiçe indirir.

On beşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfâtı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır. Çünkü ahirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (a.s.m.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem ahirzamanda Hazret-i İsâ’nın (a.s.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslamiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (a.s.) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zalimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım, Cenab-ı Erhamürrâhîmine hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten teselli buldum. (Kastamonu Lâhikası, Yeni Asya Neşriyatı/İstanbul/2004 Baskısı/Sahife 79)

Antakya’lı bir Yahûdî olan (Saint Paul) kısaca, Pavlus, tarafından dizayn edilen günümüz Hıristiyanlığı “Uknûm-ü Selâse”, üç esas, baba, oğul ve Ruhu’l-Kudüs, yâni, teslis akidesini esas alır. Teslis akidesine sahip olanlar, şüphesiz, kâfirdirler. Kâfir’lerin, kıyâmet gününde, Allah’ın rahmetine mazhar olması, hele hele, cennete girmesi, Kur’ân-ı Kerim’in, sarih nas’larına göre aslâ mümkün değildir. Aksini iddia etmek sarih, kat’î naslarla sâbit olanı inkâr veya aksini iddia etmek kesinlikle küfürdür.

“Şüphesiz, Allah, Meryem oğlu Mesih’dir,” diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır.” (Mâide 5/17)…
“Yahûdî’ler, Uzeyr Allah’ın oğludur, dediler. Hıristiyanlar da, Mesîh (İsa) Allah’ın oğludur, dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (sözlerini) daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar!” (Tevbe 9/30)
Yukarıda meallerini verdiğim âyet’ler ve benzeri diğer âyetler dikkate alındığında, günümüz Hıristiyan ve Yahûdî’lerinin, kâfir ve müşrik olduklarında aslâ şüphe yoktur.

Müşriklerin, Hıristiyanların, Yahûdî’lerin, münâfıkların aslâ cennete giremeyecekleri, cehennemde ebedî kalacakları ise sayısız âyeti Kerime’nin sarih, kesin hükmüdür.
“(Âyet’lerimizi) inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere gelince, işte Allah’ın meleklerin ve tüm insan’ların la’neti onların üzerinedir.” Onlar ebediyyen la’net içinde kalırlar. Artık ne azapları hafifletilir ne de onların üzerine bakılır.” (Bakara 2/161, 162)…

“Bizim âyet’lerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğine girinceye kadar cennete giremeyeceklerdir! Suçluları işte böyle cezalandırırız.” (A’raf 7/40)

(Devenin iğne deliğinden geçmesi, adeten muhaldir. Dolaysiyle kâfir’lerin cennete girebilmeleri muhal bir şarta bağlanmıştır ki, kâfir’lerin cennete girebilmeleri muhal ötesi bir şeydir.)
“Ehl-i Kitap ve müşriklerden olan inkârcılar, içinde ebedî olarak kalacakları cehennem ateşindedirler. İşte halkın en şerlileri onlardır.”

“Gerçekten inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya, onların hiçbirinden -fidye olarak dünya dolusu altın verecek olsa- dahî kabul edilmeyecektir. Onlar için acı bir azap vardır. Hiç yardımcıları da yoktur.” (Âl-i İmran 3/91)

FETRET DEVRİ MES’ELESİ:

Fetret devri, yeryüzüne Peygamber gönderilmeyen asırlar için geçerlidir. Bu ma’nada Fetret Devri Hazret-i İsâ ile Sevgili Peygamber’imiz arasında geçen 600 küsûr senelik, Peygambersiz geçen devreye denilir. Hazreti Peygamber’imizin bi’setinden sonra kıyâmete kadar hiçbir devre, fetret devri denilemez. Olsa olsa, yeryüzünün ba’zı bölgelerinde tebliğ ve da’vetin ulaşamadığı yer’lerden bahsedebiliriz. Tebliğ ve da’vetin ulaşmadığı yerdeki insanlar da, akıllarını kullanarak, enfüsî ve âfakî delillerle, Allah’ın varlığını ve birliğini bulmaya mecburdurlar. Bunlar, Allah’ın varlığını ve birliğini buldukları takdirde şer’î hükümlerle mükellef değildirler.
Dolaysiyle, Said Nursî’nin kâfirler için uydurduğu “Fetret Devri” ma’zereti de geçerli değildir.

KÂFİRLERİN ÇOCUKLARINA GELİNCE:

Müslüman anne ve babadan doğan ve büluğ çağına ermeden vefat eden, sabî’ler, Müslüman anne ve babaya teb’an cennete girerler. Ehl-i Kitap’tan bir anne ile Müslüman bir baba’dan doğan ve büluğ çağına ermeden vefat eden sabî’ler, Hayru’l-Ebeveyn olan baba’ya teb’an yine cennete girerler. Ancak, günümüzde daha doğrusu asr-ı Saâdet’den sonraki Hıristiyan ve Yahûdî’ler arasında Ehl-i Kitap yoktur. Hıristiyan’lar teslis akîdesine sahip oldukları, Yahûdî’ler de Üzeyr veya Soraya Allah’ın oğludur, dedikleri için müşrik olmuşlardır. Bir Müslüman’ın belli şartlarda ve zarûret halinde, ehl-i Kitap bir kadınla evlenebilmesi câiz ise de, müşriklerle evlenmesi aslâ câiz değildir, aralarında kıydırdıkları nikah İslâm Hukukuna göre nikah akdi olmayıp, aralarındaki münasebet gayr-i meşrû olup bu birliktelikten doğan çocuklar da Veled-i Zinâ’dır.

Müşrik’lerin, Hıristiyan ve Yahûdî’lerin, münâfıkların, büluğ çağına ermeden vefat eden çocukları hakkındaki hüküm ise, cennete girmek için kendilerinin herhangi bir amelleri bulunmadığından, anne ve babası da Müslüman olmadığı, en azından anne ve babasından birisinin Müslüman olmadığı dikkate alındığında ebeveyn’e tab’iyet veya Hayru’l-Ebeveyn’e teb’iyyet de söz konusu olamayacağına göre cennete giremeyeceklerdir.

Müşrik’lerin, kâfir’lerin, Hıristiyan, Yahûdî ve münâfıkların büluğ çağına ermeden ölen çocukları kıyâmet gününde ne olacaklardır?

Kur’ân-ı Kerim’de, Cenab-ı Hakk, “Biz, yakın bir azap ile sizi uyardık. O gün kişi önceden yaptıklarına bakacak ve inkârcı kişi: “Keşke toprak olsaydım!” diyecektir.” (Nebe Suresi 78/40)
Ekserî müfessirler bu âyet-i Kerime’nin tefsirinde, kıyâmet günü insan’larla birlikte hayvanlar da haşredilecek, insanlarla hayvanlar, hayvanlarla yine hayvanlar arasında çetin bir hesaplaşma olacaktır. Hak sahipleri haklarını aldıktan sonra, insanlardan ba’zıları cennete, ba’zıları da cehenneme sevkedilecekler. Hayvanlar ise Mahşer Meydanı’nda, insan’ların gözlerinin önünde toprak haline geleceklerdir.

Cehenneme sevkedilen, kâfirler, hayvanların toprak olduğunu görünce, “Ah! Keşke bizler de hayvanlar gibi toprak olsaydık da, bu çok acıtıcı, aşağılayıcı ebedî azap’ta kalmasaydık,” diyeceklerdir,” diye tefsir etmişlerdir.

Hicrî, İkinci Bin’in Müceddidi, büyük Mutasavvıf, İmam-ı Rabbânî, Müceddid-i Elf-i Sânî, Ahmed-ü Farık Sirhindî (K.S.) Hazretleri, keşfen, Arafat günü hayvanlar gibi, kâfirlerin, Hıristiyanlar, Yahûdî ve münâfıkların, büluğ çağına ermeden vefat eden çocukları da toprak olacaklardır. Kendi çocuklarının toprak olduklarını görenler, “Ah! Keşke bizler de çocuklarımız gibi toprak olsaydık da, ebedî cehennem azabından kurtulsaydık,” diyeceklerdir, buyurmuştur.

Mustafa Akkoca
18 Haziran 2012
oncevatan.com.tr

Şakirdlerin zorlama yorumlar ve uydurma hatıralar ile Said-i Nursi’yi yüceltmek gayretleri artık son bulmalıdır

Risâle-i Nûr, Said Nursî şakird’lerinin üstadları hakkında o kadar şüpheleri vardır ki, ha bire onun hakkında, şâhid’ler gösterme gayreti içine girmektedirler.

“(Resûlüm!) De ki; Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini azîz (yüceltir), dilediğini de zelil (alçaltırsın), kılansın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kâdirsin.” (Âl-i İmran 3/46)

Cenab-ı Hakk, bir kulunu belli bir asır’da müceddid, mürşid-i Kâmil gönderecekse âlem-i Ezel’de, Tensib-i İlâhî ile tensip eder, dünya’ya geldikten sonra da onu aziz kılar ve mertebesini insanlar arasında yüceltir.

Allah’ın aziz kıldığı (yücelttiği) bir kulunu, bütün insanlar bir araya gelseler zelil kılamazlar (alçaltamazlar), Allah’ın zelil kıldığı, alçalttığı bir kulunu da bütün insanlar bir araya gelseler de aziz kılmaya çalışsalar, (yüceltmeye çalışsalar) yine de onu aziz kılamazlar, yüceltemezler.
Şakird’ler, hiç bir suretle üstad’larında bulunmayan, esâsen kendisinin de herhangi bir iddiası bulunmayan, tecdid, irşâd, hattâ mehdî’lik isnadı gibi ifrat ve tefritlerini zorlama şahid’liklere dayandırmak istiyorlar. Önce Necmeddin Şahiner imzasıyla, “Son Şahidler”, “40 YAZARIN KALEMİNDEN BEDİÜZZAMAN”, kitaplarını neşrettiler. Şimdilerde, Salih Okur imzasıyla “Ulemânın Gözüyle Bediüzzaman”, kitabını yayınlamışlardır.

Tespitlerimize göre, gerek daha önce neşredilen “Son Şahidler”de, “40 Yazarın Kaleminden Bediüzzaman”da ve gerekse son yayınlanan “Ulemânın Gözüyle Bediüzzaman”da yazılarına, görüşlerine yer verilen pek çok zevât ile yüzyüze herhangi bir mülâkatta bulunulmamış, hayâlî mülâkatlarla kendi söylemek istediklerini, isimleri, Efkâr-ı Umûmî’de i’tibâr sahibi zevâta söyletmişlerdir.

Salih Okur imzalı, “Ulemanın Gözüyle Bediüzzaman” kitabının ön kapağında, Said Nursi’nin Kuvvacı Kalpaklı bir resmi merkeze oturtulmuş, onun etrafına, asrımızın, Sahib-i Zamanı, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmili, Müceddid ve Medâr Mürşid, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazretleri’nin, devrimizin büyük âlimlerinden Merhûm Ömer Nasûhî Bilmen Efendi Hazretleri’nin, Osmanlı Şeyhulislâmlarından, Mustafa Sabri Efendi’nin ve otuza yakın kimsenin resimleri onun etrafına serpiştirilmiştir.

Verilmek istenen mesaj, “Bu asırda ulema’nın en büyüğü, merkezi, Said Nursî’dir, diğerleri de buna şahid’lik etmektedirler.”

Said Nursî hakkında tam olarak görüşlerini bilemediğimiz, en azından bizim muttalî olamadığımız zevât bir tarafa, Said Nursî hakkında kat’î, sarih görüşleri cümle alemce bilinen, Pek Muhterem Zevat’a bu ağır iftira, buhtan niye?!…

Salih Okur Kitabı’nın 329-337 sahifeleri arasında, üçüncü, dördüncü şahısların, Mustafa Sabri Efendi’den, Said Nursi’ye, Said Nursî’den Mustafa Sabri Efendi’ye selâm getirip-götürdüklerini yazar. Fakat, “Selâm-kelâm dışında dişe dokunur herhangi bir değerlendirme vermiyor. Ancak, taktik aynı taktik, “Bakınız, diğer bütün ulema gibi Şeyhulislâm Mustafa Sabri Efendi de üstad’a ne övgüler düzmektedir.”

Kitapta yer verilen ulema arasında (aralarında ba’zılarına asla “Âlim” denilemez) Said Nursi’yi çok yakından tanıyan elbette ki, Mustafa Sabri Efendi’dir. Şöyle ki, Devlet-i Aliyye’mizin yıkılmasına müncer olan vak’alarda, Sultan 2. Abdülhamid’in taht’dan indirilmesinde, Yahûdî, Hıristiyan ve Rumlarla işbirliği içerisindeki İttihad ve Terakkî Cemiyetiyle birlikte hareket eden, Said Nursî gibilere, ulufe olmak üzere, Mason Şeyhulislâm, Musa Kazım tarafından oluşturulan ve kukla pâdişah, Sultan Reşat tarafından bir İrâde-i Sâniye ile kuruluşu tamamlanan “Dâiretü’l-Hikmet-i İslâmiyye” adlı kuruluşta Said Nursî de aza idi, Mustafa Sabri Efendi de… Mustafa Sabri Efendi, Damad Ferid Hükûmetinde Şeyhulislâm’lık makamında oturuyordu. Said Nursî de İttihatçıların en mu’teber adamlarından birisiydi!…

Mustafa Sabri Efendi Kimdir?

12 Rebîülevvel 1286’da (28 Haziran 1869) Tokat’da doğdu. Öğrenimine memleketinde başladı. Henüz 10 yaşındayken hafızlığını tamamladı. İslâmî ilimlerde Zûniyezâde Ahmed Efendi’den icazet aldı. Ardından Kayseri’de Divrikli Mehmet Emin Efendi’nin medreselerine devam etti. Bir müddet sonra da İstanbul’a gidip Meşîhat-ı İslâmiyye’de ders vekili Gümülcineli Ahmed Asım Efendi ile Mehmed Atıf Efendi’den ders aldı. Ahmet Asım Efendi’nin kızı Ulviye Hanımla evlenip, İstanbul’a yerleşti. Genç yaşta ruûs imtihanını kazanarak, Fatih Camiî müderrisliğine ta’yin edildi (1890). 1896 yılında Beşiktaş Asâriye Camiî imamlığına getirildi. Bundan iki yıl sonra Sultan 2. Abdülhamid’in katıldığı huzur derslerine en genç aza sıfatıyla iştirâk etti. 1899, 1904 yılları arasında Yıldız Sarayı Kütüphânesi’nde “Hâfız-ı Kütûp” olarak çalıştı.

Bu sırada Köse Niyâzî Efendi’den Kıraat ilmi okudu. Medresetü’l-Vâizîn’de tefsir, Medresetü’l-Mühassisîn ile Süleymaniye Medreselerinde hadis müderrisliği yaptı. Tedkik-i Müellefât-ı Şer’iyye’nin kurucuları arasında yer aldı. Cem’iyyet-i İslâmiyye’nin reisliğine seçildi ve bu cemiyetin çıkardığı Beyânühâk adlı mecmuada başyazar sıfatıyla makâleler yazdı. Bir dönem Silistre Müftülüğü yaptı. Peyam-ı Sabah, İkdâm, Yarın ve Alemdar gibi mevkûtelerde yazılar kaleme aldı.
İkinci Meşrûtiyet’in ilânından sonra Tokat Meb’usu olarak Meclis-i Meb’usan’a girdi. Siyâsî hayatının başlangıcında İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne alaka duymakla birlikte kısa bir müddet sonra bu harekete karşı mücadeleye girişti. 1910 Ahali Fırkası’nın, 1919’da üçüncü def’a kurulan Hürriyet ve İ’tilaf Fırkası’nın kurucuları arasında yer aldı, yöneticilik yaptı. İttihad ve Terakkî hükûmetinin kurulmasından sonra Hürriyet ve İ’tilaf Fırkasına bağlı olanlar tutuklanınca, Mustafa Sabri Efendi Mısır’a gitti (1013). Oradan Romanya’ya geçti. Fakat burada tutuklanarak İstanbul’a getirildi ve Bilecik’te ikâmete mecbur edildi. Ocak 1919’da Tokat Meb’usu seçildi ve 04 Mart 1919’da kurulan Damat Ferid Paşa Hükûmetinde Şeyhulislâm’lık yaptı. Damad Ferid Paşa Kabinesinin düşmesi üzerine 19 Şubat 1919’da kurulan Teâli-i İslâm Cemiyeti reisliği yaptı. Bu cemiyet bünyesinde, Cemiyetin ikinci başkanı, İskilip’li Âtıf Hoca ve Said Nursî ile birlikte çalıştı. Yeniden teşkil edilen Damad Ferit Paşa Kabinesinde tekrar Şeyhulislâmlığa getirildi. Bu arada Şûrây-i Devlet reisliğine de vekâlet etti.

Cumhuriyetin ilânından sonra oğlu İbrahim’le birlikte 150’lilikler listesine alındı. Tam tutuklanacağı ve ba’zı bahâneler ile İskilip’li Atıf Efendi gibi idamı muhakkak olanlardandı. Bir fırsatını buldu, ailesiyle birlikte Mısır’a İskenderiyye’ye gitti. 12 Mart 1954’de Kahire’de Allah’ın rahmetine kavuştu. (Rahmetül-llâh-i Aleyh)

Osmanlı Devlet-i Aliyye’sinin 127. Şeyhulislâm’ı Mustafa Sabri Efendi, Devlet-i Aliyye’nin ilmî ve idâri makamlarında en yüksek mertebeyi ihraz etmiş, ilmiyle, ameliyle, ahlâkıyla, duruşuyla, salâbet-i Diniyyesiyle temâyüz etmiş bulunan Merhûm Mustafa Sabri Efendi, yakînen tanıdığı, Said Nursî hakkında acaba ne düşünüyor, ne yazıyor?

Mustafa Sabri Efendi, uzak diyarlarda kıt imkânlarla, Türkiye’deki dinî ve ilmî hayatı yakından ta’kip etmekteydi. En iyi ve sadık muhbirleri, Mısır’da, Camiü’l-Ezher’de tahsil gören ve yaz aylarında ta’tillerini memleketlerinde, Türkiye’de geçiren talebeydi.

Bu talebe’nin verdiği bilgiler, getirdikleri metaryeller, kitaplar ve risâle’ler o kadar canını sıkar, kalbini sıkıştırır ki, Türkiye’de olsa, İstanbul’da olsa, onlara hakkettikleri cevapları verecektir. Fakat uzak diyar’lardadır, Türkiye’ye girişi yasaktır.

O da tutar, “Kürd Said’in Mezhebi Hakkında Reddiye Armağanı” adlı bir “Reddiye” kaleme alır.
Merhûm Mustafa Sabri Efendi’nin Arapça olarak kaleme aldığı eser’lerinin Türkiye’ye sokulması hâlen yasak bulunduğundan bu “Reddiye”nin tamamını burada açıklamak imkânından mahrum bulunuyoruz. Ancak, “Reddiye”nin can alıcı noktalarından bir özet verebiliyoruz.

Besmele, Hamdele, Salvele’den sonra:
Said Kürdî mes’elesini tetkik ederken başlıca iki nokta üzerinde durmak icap eder.
Birincisi; Mürid’lerin (Şakird’lerin) Said-i Kürdî’yi i’zâm edeceğiz, (büyükleyeceğiz/büyük bileceğiz), diye küfre vardıran sözleridir.

İkincisi ise; Said-i Kürdî’nin izhar-ı Kerâmet etmesi (kerâmet göstermesi, kerâmet sergilemesi) ve Sûre-i Nûr’un asıl muhatabının kendisi olduğu hakkındaki zu’m-u bâtılı (yanlış zu’mu), belki de bu sözleri, iğfalât-ı Şeytâniyeyi (Şeytan’dan gelen vesveleri), İlhâmat-ı Hakîkiyye (Allah’tan gelen Rabbânî olan gerçek ilhamlar) zannedecek kadar ihtiyar ve ma’şûş (zayıf) olmasındandır. (Kaldı ki, halk için ilmin sebepleri, Havas-ı Selîme, Haber-i Sâdık ve akıldır. Görüldüğü gibi, “İlhâm” ilmin sebepleri arasında yoktur, İlhâm Şer’î delillerden birisi de değildir. Ve hiç kimse kendisini küfre kadar götürecek imânî esaslar hakkında, “Bana ihtar olundu, kuvvetli bir şekilde yazdırıldı,” gibi ifadeleri kullanma hakkında sahip değildir.)

Şakird’lerin sözleri mücmelen şunlardır: “Said Kürdî (Lâyuhtî’dir) hatasızdır, yanılmaz ve günah işlemez. (Ancak, Peygamber’ler “İSMET” sıfatıyla muttasıf’tırlar.)

“Onun sözleri aynen Kur’ândır”, “Beşeriyyeti Risâle-i Nûr ve Said-i Kürdî kurtaracaktır. Dünya’da iki milyon kadar Nurcu vardır. Bu insanlar dünya’nın hakîkî Müslümanları ve İslâmiyeti yegane anlayan insanlardır. Bu zat’a dil uzatanlar kâfirler ve mason’lardır. Said-i Kürdî’nin herhangi bir risalesini okuyan bir dinsiz i’tiraz edemez…” vesâire…

Said-i Kürdî ise, şakird’lerinin aksine kendisini iki ayrı şahsiyet olarak tanıtır; Birincisi, Eski Said’dir. Kürtçülük mes’elesiyle uğraşmış, Kürt Teâlî Cemiyetini kurmuş, siyâsete dalmış, Said-i Muhtî’dir (hata eden günah işleyen Said’dir), diğeri de Lâyuhti (Hatasız, günahsız) ikinci veya yeni Said’dir. Kendisine göre Sûre-i Nurdaki manalar bu asra göre ve kendisi için nazil olmuştur.

Kerâmet ehli, siyâsetle meşgul olmayan ve bu asra zamanın kutbu olarak bakan bir insandır. Sûre-i Nûr’daki bu mes’eleyi, Ebced hesabı ile Mısır(!) uleması bulup Said-i Kürdî’ye haber vermişler. Yâni Said’in Cebraili Ebced alimleri oluyor (Asayı Musa ve Zülfikâr risâlelerine bakılsın).
Yukarıya alınan özetlemelerde görüleceği üzere, Said-i Kürdî, şakird’lerinden daha insaflıdır. Hiç değilse yaşadığı ömrün bir kısmı için hata ettiğini kabul ediyor. Şakird’leri ise, onun tırnaklarını ve saçını muhafaza ederek, hemen hemen her şeyine bir kudsiyet izafe ediyorlar. Mâlumât-ı Diniyeye (dînî bilgilere), Esâsât-ı Şer’iyyeye (Şerîatın gerçeklerine) vakıf olmayan bu insanlar çok büyük hatalara düşüyorlar. Biz, hem onları hem de diğer Müslümanları, Fıkh-ı Müdevven haricinde (dinin belirli hükümleri dışında) teşekkül etmiş veyâ etmek isti’dadında bulunan nevpeyda (yeni çıkan) mezhep ve cereyanlara karşı müteyakkız bulunmaları için bu satırları yazdık…
Sabık Şeyhulislâm, Mustafa Sabri Tokadî…

Bilmem, Mustafa Sabri Efendi’nin bu veciz sözlerine ilâve edilecek bir şeyler var mı?!…

Mustafa Akkoca
20 Şubat 2012
oncevatan.com.tr

Risale-i Nurları bir Yahudi firması olan SHELL bastırıp dağıtmış… Peki neden? (Video)

Bir Yahudi firması olan Shell, neden daha 1960’larda Risale-i Nur bastırır ve dağıtır?

Yoksa Said-i Nursi’nin 1950’lerde bir gecede ABD başkanının özel uçağı ile ABD’den, Türkiye’ye getirilen ve Fener Rum Patriği yapılan Athanegoras ile ittifak halinde olduğu ve dinler arası diyalog denilen tuzakları ta o zamandan risaleleri ile başlattığı, bunun için “Müslüman İseviler” ve “Mazlum Hıristiyan Şehitler” gibi uydurma ve küfre götüren kavramlar ürettiği ve hatta risale-i nurları onun yazmadığı yönündeki iddialar gerçek mi?

Hepi topu üç ay… Evet, sadece üç ay medrese eğitimine dayanabilmiş, elde tüfek vali vurmaya kalkmış, boynunda dürbün, belinde kama ile padişah huzuruna eşkiya gibi çıkmış ve Kürtçülük mücadelesi vermiş, veli sultan Abdülhamid Han Hazretleri tarafından tımarhaneye kapatılmış, sonra af edilmiş, bir takım mihraklar tarafından hapishanelerde süründürülerek halk nazarında mücahid ve mazlum sınıfına konulmuş ve hapishanedeki sobasından bile hatta süreyya yıldızından bile gelecekten haberler aldığını risalesine yazmış bir deliyi kim bu millete Bediüzzaman olarak tanıttı/kabullendirdi.

Risale-i Nur ve Nurculuk bir Yahudi oyunu mu? Deliüzzaman saidi Nursi’yi İngiliz İstihbaratı mı kullandı?

Mehmet Fahri Sertkaya

“Ey kulum! Yiyip içip şükür edecektin! Şimdi neden bu halde huzuruma geldin!”

Risale-i Nur okuyup(ya da okumaya çalışıp) da karanlık kuyulara dalmamış, ruh sağlığını bozmamış birine rastlamak zor iş… Hele bir de üzerine Fethullah Gülen’in “Buhranlar Anaforunda İnsan” kitabını ve diğer benzerlerini okumuşsa tamam zaten..

Bir ömür bu kişiyi geri kazanmak, dünyada yeşilin, mavinin, güzelliklerin olduğunu gösterebilmek ve İslam’ın bunlara izin verdiğini anlatabilmek mümkün olmaz daha..

Müslüman olmak ve Müslümanca yaşamak için illa Sanattan, estetikten, bilimden-teknolojiden, maddi kuvvet ve refahtan, dünyanın güzide yeşilliklerinden ve maviliklerinden, mimari sanatından, insana meşru dairede saadet veren bunca dünyevi güzelliklerden, meşru dairede müzikten, edebiyattan, şiirden ve daha Allah ve Rasülünün izin verdiği nice güzelliklerden  uzaklaşarak,  saçma sapan ve ilim oldukları iddia edilen, her tarafı felsefe bataklığı olan buhranlara kapılmak ve Risale-i Nur’un size sunduğu bu karanlıklara dalmak zorunda değilsiniz…

Bakarken kör olanların tedavisi, anadan doğma iki gözü körlerin tedavisinden daha zor galiba… Sizi de bakar körlerden ve Allah adına Allah’ın meşru kıldıklarından kaçan ve Allah’ın emretmediği gereksiz buhranlarla dünyasını perişan edenlerden yapmalarına müsaade etmeyin…

İslam Tefekkürünü, fikir buhranlarına dönüştüren ve böylelikle Müslümanları yaşarken imha eden, fikir planında yıkıp karanlıklara boğup “tesirsiz” ve “kolay oynanabilen” kitleler haline getirenlere izin vermemelisiniz…

Gerçek ehl-i sünnet vel cemaat alimlerinin izahlarına göre Allahü Teala ölen her mü’mine “Ey kulum! Yiyip içip şükür edecektin! Şimdi neden bu halde huzuruma geldin!” diye mutlaka soracaktır…

Ne köprü altında ölenlerden mesulsünüz ne de gücünüzün yetmediği diğerlerinden.. Ve, ne de İslam diye, Müslümanlık diye gereksiz buhranlar, karanlıklar ve sıkıntılarla dolu bir hayatı yaşamakla sorumlusunuz…

Gerçek ehl-i sünnet alimlerine, peygamber varisi olan mürşid-i kamillere tabi olmakla, ölçülü, seviyeli, haramlardan uzak, sayılan meşru güzelliklerle meşgul olup kulluğunuzu ederek güzel bir hayatın sonunda güzel bir ölümle huzur-u İlahi’ye varmakla sorumlusunuz…

Sizi.. Gençliğinizi… Ömür sermayenizi, dünya ve ahıret saadetinizi İslam adına,  Allah adına heba etmek isteyen sahte alimlere karşı dikkatli olmak zorundasınız.. Aldanmak dünyanızı geçin, ebedi saadetinize bile mâl olabilir…

Mehmet Fahri Sertkaya

http://www.gerceksaidinursi.com

“Said-i Nursi bir Mason veya Komünist kadar tehlikelidir”

OSMANLI ŞEYHÜLİSLAMLARINDAN MUSTAFA SABRİ EFENDİ’NİN SAİD-İ NURSİ HAKKINDAKİ O DÖNEMLERDEKİ YAZISI

Osmanlı Şeyhulislamlardan Mustafa Sabri Efendi, “Kürd Said’in Mezhebi Hakkında Reddiye Armağanı” adlı kitabında, çağdaşı ve bir süre birlikte çalıştığı Said-i Nursi hakkında pek çok şeyler söyler.

Bu kitapta geçen bazı ilginç bölümlerini hiçbir yoruma tabi tutmadan aynen aktarıyoruz.

“Bismillah, Hamdele, Salvele..

Saidi Kürdi meselesini tetkik ederken başlıca iki nokta üzerinde durmak icabeder.

Birincisi; Müridlerinin SAİDİ i’zam edeceğiz(büyük bileceğiz) diye küfre kadar varan sözleridir.

İkincisi ise; SAİD’in izharı keramet etmesi(keramet sergilemesi) ve Sure-i Nur’un asıl muhatabının kendisi olduğu hakkındaki zu’mu batılı (yanlış zannı)… Belki de bu sözleri iğfalatı şeytaniyeyi(Şeytan’dan gelen vesveseleri), ilhamatı hakikiye (Allah’tan gelen, Rabbani olan gerçek ilhamlar) zannedecek kadar ihtiyar ve ma’şuş(zayıf) olmasındandır.

Müritlerinin sözleri mücmelen (özetle) şunlardır :

“Sait layuhitidir, hatasızdır, yanılmaz ve günah işlemez. Resulü Ekrem’den sonra Alemi İslam’da böyle büyük bir adam gelmemiştir.. Sözleri aynen Kur’an’dır.. Beşeriyeti(insanlığı), Risaleyi Nur ve Sait kurtaracaktır.. Dünyada iki milyon kadar nurcu vardır. Bu insanlar dünyanın hakiki Müslümanları ve Müslümanlığı yegane anlayan insanlardır.. Bu zata dil uzatanlar kafirler ve masonlardır. Sait’in kitabını bir dinsiz okusa itiraz edemez..” vesaire..

Sait ise müritlerinin hilafına(aksine) kendisi için iki şahsiyet tanır.

Birincisi :
Eski Sait’tir. Kürtçülük meselesiyle uğraşmış ve siyasete dalmış Sait-i Muhti’dir. (Yani günahkar Sait’tir.) Diğeri de Lahuyti, (günahsız) ikinci veya yeni Sait’tir. Kendisine göre sureyi Nurdaki manalar bu asra göre ve kendisi için nazil olmuştur. Keramet ehli, siyasetle meşgul olmayan ve bu asra zamanın kutbu olarak bakan bir insandır. Sureyi Nur’daki bu meseleyi ebced hesabı ile Mısır (?) uleması bulup Said’e haber vermişler.. Yani Said’in Cebrail’i ebcedci alimler oluyor. (Asayı Musa ve Zülfikar adlı kitaplara bakılsın..)

Şu iki kısaltmada görüldüğü gibi Said-i Kürdi, Müritlerinden daha insaflıdır. Hiç değilse yaşadığı ömrün bir kısmı için hata kabul ediyor.. Müritleri ise onun tırnaklarını ve saçını saklayarak her şeyine bir kudsiyet izafe ediyorlar. Malumatı diniyyeye (dini bilgilere), esasatı şeriyyeye (Şeriatın gerçeklerine) vakıf olmayan bu insanlar çok büyük hatalara düşüyorlar. Biz hem onları, hem de sair(diğer) Müslümanları fıkhı müdevven haricinde (dinin belirli hükümleri dışında) teşekkül etmiş veya etmek istidadında bulunan bilumum nevpeyde (yeni çıkan) mezhep ve cereyanlara karşı müteyakkız (uyanık) bulunmaları için bu satırları yazdık.

Bu kadar büyütülen Saidi Kürdi kimdir :

Sait, Kürd cemaatından, şafii mezhepli, nakşi tarikatlı, okur fakat yazmaz, imla bilmez, seksen sene içinde yaşadığı millet olan Türk’ün lisanına hakkıyla vakıf olamamış, felaketten felakete sürüklenmiş, bir hapishaneden diğerine sürülmüş ve bugün seksen yaşını geçmiş ihtiyar bir adamdır.

Devletin büyük makamlarını uzun bir zaman ellerinde tutan bir zümre, bu adamcağızı lüzumsuz yere mahkemeden mahkemeye ve hapisten hapise sürükleyerek kahramanlaştırdılar ve zamanın müçtehidi mübeşşiri haline getirdiler. Halbuki Deli Said’in ilim ve diyanetle ne alakası var? Halk, üzerinde bu kadar ısrarla durulan bu şahısta bir şeyler var zannile büyüttükçe büyütmüş ve bu güne kadar gelmiştir. İşte bu idare zümresinin milletin başına sardığı belalardan birisi de budur. İ’zam etmeyi bu gençlik onlardan öğrendi. Bu da antitez olarak böylece doğdu.

Hayat-ı ömrünün üçte birini hapishanelerde, polis ve jandarma nezaretinde geçiren bu şahsın akibetini, Sultan Abdulhamit Han’a dil uzatan insanların çektiği ve düçar olduğu azap ve felaket muvacehesinde görüyoruz.

Elmalılı Hamdi ve benzerleri gibi selahiyetli din adamlarının nedametleri(PİŞMANLIKLARI) Mason Cemiyetinin reisi olan Rıza Tevfik’i bile intibaha(yanlıştan dönmeye) getirmiş ve nedametini izhar etmiştir(pişmanlığını açıklamıştır). Sait’te buna ait bir satır yazıya rastlamak hala mümkün olamamıştır. Hatta, baştan başa Sultan Abdulhamit Han’a hücum eden “İki mektebi musibetin Şehadetnamesi” isimli kitabı yeniden basılmış ve mahkemede hürriyet aşıkı ve kahramanı olduğuna delil gösterilmek istenilmiştir.

Sait, Kürdistan Azmi Kavi Cemiyetinin arzusu üzerine mahalli Kürt kıyafeti ile, boynunda dürbün, belinde tabanca ve kama, ayağında lapçin ve başında poşu olduğu halde İstanbul’a gelmiş ve büyük bir cüretle Cuma selamlığında Padişaha cemiyetin “Sait” imzası altında yazdığı ve esası kürtçe tedrisat yapacak mektepler açmaya dayanan arizayı (istirhamnâmeyi)takdim etti. Memleketin ve milleti islamiyenin ittihadını(birliğini) bozmak gayesine matuf olan bu hareketi canianesinden dolayı haklı olarak tımarhaneyi boyladı. Sonra affolup memleketine yollandı.

Kürtçülük uğrunda kendi padişahına sövecek kadar akıl ve iymandan bi behre (nasipsiz) Sait, bugün sahneye müçtehidi mübeşşir veya kutbu azam olarak çıkmış görünüyor ve cehelei nas da (insanların cahilleri de) bu delinin etrafında haleleniyor. Kendini Kuranı aziymmüşşanın müdafii(savunucusu) gibi gösteren Sait bizzat kendisi Kuranı Aziymüşşana muhalefet etmektedir. Gaybı yalnız Allah’ın bileceğini, Kuranı Keriymin kaç kere tekrar etmiş olmasına rağmen Sait, Hazreti Ali’nin Celcelutiyye kasidesinde risalei Nur ve Siracünnur’un geçtiğini, bunu keşfettiğine bizi inandırmak ister (İkinci Şua, Sahife 53).

İnsanın aklına öyle geliyor ki; “Acaba ben de Risalei Nur adlı bir kitap yazsam o zaman kasidedeki siracünnur kastı acaba hangimizin kitabı olur?” diyorum.

Risalelerin yazılışı da pek acayiptir. Bilmem kaçıncı Lem’anın kaçıncı şuasının şu meyvesi zühre yıldızından gelmiş beşinci noktası olarak yazılıyor. Sonra bunlar birleşerek Kuran cüzlerine imtisal derecesine, Lemaat, Şuaat, Mektubat vs. olacakmış.. Sözleri de “Sözcat” olmasa bari.

İşbu reddiyeyi, hasreti ile yandığım vatanıma ve uğrunda bir ömür çürüttüğüm dinime ihaneti düşünen gerillacı asi Said’e son ihtar olarak yazdım.

Damarında bir damla Türk kanı olan her Müslümana, bu adamın Mason ve Komünist kadar tehlikeli olduğunu ehemmiyetle hatırlatırım. Ve selamü aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekatühü.

Mustafa Sabri
Tuhfetür Reddiye Ala Mezhebi Saiydil Kürdiyye, Mustafa Sabri, s. 3-14.