…“Hüsrev Ağabey!” dedim, “Şer’an rüya ile amel edilmez. Hatta kerametle de amel edilmez. Rüya ilim nevinden sayılmıyor. Fıkıhta ve fetvada, rüya ve keramet delil olarak kabul edilmiyor.” diyen Mehmet Kırkıncı hocaya hitap ediyorum:
Samimi olunuz ve Said-i Nursi denilen tescilli/raporlu delinin elinizden düşürmediğiniz Risalelerinin de bu gözle bakıldığında hiçbir ilmi dayanağı olmadığını ve rüya ya da kalbe geldiğini iddia ettiği ilhamlara dayandığını, Kur’an ve Sünnet’ten delillere dayanmadığını, içerisinde küfre götürecek kadar ciddi hatalar(ya da kasıtlar) olduğunu itiraf ediniz. Sonra da başta siz o risale denilen paçavraları elinizden atınız sonra da hitap ettiğiniz kitleye aynı hayırlı hareketi yaptırınız. Ahir ömrünüzde bu hareketi yapınız.
Bu ülkede Müslümanların ilmi eser sıkıntısı yok. Said-i Nursi’nin sağlığı devrinde de yoktu. Kütüphanelerde geçmiş muteber alimlere ait binlerce eser vardı ve bunlar hala var. Sorun İslam’ı doğru anlamış ve medrese usulü ile ehli sünnet yolu üzere yetişmiş alimlerin olmayışı idi ki şu anda bu da var. Yani hem alimler hem de binlerce senelik muteber eserler var. O halde risale denilen saçmalıklara bu ülkenin Müslümanlarının ihtiyacı yok. Zira sizin de dediğiniz gibi, rüya, keramet ve ilham şer’an delil değildir.
Cevabi yazınız elime ulaşırsa sayfa ve bloglarımda yayımlayacağım.
Aşağıda okuyacağınız yazı, Hüseyin Üzmez’in 16 Eylül 2001 tarihinde, Süleyman Efendi hazretlerinin vefatının yıldönümünde, köşesinde yazdığı yazısıdır. Hüseyin Üzmez, henüz 16-17 yaşlarında iken, Türkiye’nin en büyük hainlerinden biri olan gazeteci kılıklı Sabetayist Ahmet Emin Yalman’a, yine dönemin Sabetayist başbakanı Adnan Menderes’in Malatya’ya yaptığı ziyaret sırasında altı el ateş etmiş lakin öldürmeyi başaramamıştır. Buna rağmen yirmi yıl hapis cezası almış bunun on buçuk yılını yattıktan sonra serbest kalmıştır. İslam’ı ve memleketi müdafaa etmesi beklenilen hemen herkesin can kaygısına düştüğü o devirde gencecik yaşında, bir başına Hüseyin Üzmez’in gösterdiği bu cesaret, ihlâs ve samimiyet Süleyman Efendi hazretleri tarafından takdir görmüş ve Üzmez, sürekli Süleyman Hilmi Tunahan hazretlerinin maddi ve manevi desteğini görmüştür. Hapishaneden çıktıktan sonra da vatanına, milletine, dinine hizmet gayreti içinde bulunmuş olan Üzmez, ülkemizdeki çift kimlikli, Türk ve Müslüman görünümlü hain Sabetayistleri ve planlarını yakından bilen, çözebilen gücü yettiğinde aynı taktik hareketlerle bozabilen bir kişilikti.
Önümüzdeki yıllarda bu Sabetayistler her yönleriyle daha da deşifre oldukça Hüseyin Üzmez meselesi de çok daha net anlaşılacaktır. Onun, sözde İslami gazetelerin sözde İslami yazarlarının neredeyse tamamının ”demokrat” olduğu ve sözde İslami partinin, sözde büyük liderinin bile ”Ben Müslüman demokratım” açıklamaları yaptığı zamanda, TV’lerde canlı yayınlara çıkıp hiç kimseden korkmadan, elini masalara vurarak, tekrar tekrar yaptığı;➥ ”Ben demokrat falan değilim. Demokrat olmaya mecbur muyum? Demokrasi denen saçmalık yoktu, biz üç kıta yedi denize hâkimdik. Şimdi kendimize bile hâkim değiliz.” açıklaması ve ardından ”Hatıralarımı yazacağım” açıklaması bizce bardağı taşıran son damlalar oldu. Biz zaten kendisine büyük bir komplo kurulmasını bekliyorduk ve öyle de oldu…
Süleyman Hilmi Tunahan Efendi hazretleri
Dün yazmıştım. Tam 42 yıl önce… 16 Eylül’den birkaç gün sonraydı. Tam 6 sene boyunca hiç aksatmadan her görüşme günü ziyaretime gelen… Bana sevdiğim, yiyecekleri getiren… Ara sırada para bırakan… İzmit Suadiye köyü imamı ve Kur’an Kursu hocası Ahmet Efendi, yine ziyaretime gelmişti. Gardiyanlar beni müdürün odasında beklediğini söylediler. Kaç gecedir büyük bir sıkıntı, manevi perişanlık, yalnızlık ve terk edilmişlik duygusu içindeydim. Sevinerek gittim. Ahmet Efendi ârifane sözleriyle beni ferahlatacaktı. Hiç öyle olmadı. Ahmet Efendi çok mağmum, mükedder ve üzgün görünüyordu. Daha kucaklaşır kucaklaşmaz, koca adam sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. “Güneşimiz battı, Hüseyin’im, güneşimiz battı!.. Dünyamız karardı! Şüphesiz her nefis ölümü tadacaktır! Amma, yine de Üstad’ımızın bizi bırakıp gitmesine dayanamıyoruz. Biz onsuz nasıl yaşayacağız?” diyordu, iki gecedir çektiğim sıkıntıların sebebini anlamıştım. Onların himmet, himaye ve duaları olmadan şu 20 yıllık hapishane hayatına nasıl dayanacaktım? Benim de gözlerim dolmuştu. Selânikli cezaevi müdürünün ağladığımı görmesini istemiyordum. Kendimi zor tuttum.
Ahmet Efendi’ye ne diyeceğimi, onu nasıl teselli edeceğimi bilemiyordum. Epeyce gözyaşı döküp biraz rahatladıktan sonra, cebinden bir tomar para çıkardı. O zaman kâğıt 1 liralıklar ve 2.5 liralıklar vardı. Çoğu onlardandı. Hepsi 50 liraymış. O güne göre iyi paraydı. Onu bana verdi. Ve büyük bir sırrı da ilk defa olarak açıkladı: ➥ “Sana sık sık gelmemi, Üstadımız hazretleri istemişlerdi. Bir gün beni çağırdılar, ”İzmit Hapishanesinde bir kardeşimiz var. Onu sık sık ziyaret edeceksin, ihtiyaçlarını karşılayacaksın. Yaptığın masrafların parasını da benden son kuruşuna kadar alacaksın. Ara sıra da hiç rencide etmeden kendisine harçlık bırakacaksın. O, onuruna çok düşkündür. (Herhalde Efendi Hazretleri zekât mes’elesini duymuş olacaktı) Sakın bu yardımları benim yaptığımı söyleme. Kendisine de hissettirme. Allah’tan ve senden başka bunu kimse bilmesin” buyurdular… Senden kendilerine sık sık haber veriyordum. Sana dua ediyordu. Hastalığı ağırlaşınca, beni tekrar huzuru saadetlerine çağırdı. Yanındakilerin de işitecekleri bir şekilde: ‘O kardeşimiz, hapishaneden çıkıncaya kadar, terekemden her ay kendisine 50 lira vereceksiniz.’ diye vasiyette bulundular. İşte bu para bizzat kendi elleriyle verdikleri ilk paradır. ”Hüseyin’ime çok dua ettim. O da beni unutmasın” buyurdular diyordu.”
Artık kendimi tutamadım. Ben nerenin itiydim ki öyle bir zatın muhabbetine lâyık olaydım? Ben de hüngür hüngür ağlamaya başlamıştım. O kadar ki… Selânikli hapishane müdürü bile duygulanıp odadan çıktı. Parayı aldım. O mübarek ellerinin değdiği banknotları, yüzüme gözlerime sürdüm. Ve Ahmet Efendi’ye iade ettim. ➥ ”Hazreti Üstad’ın vasiyeti başımın üzerine. Ancak ben bu parayı ve bundan sonra vereceklerinizi kendi gönlümle, Allah rızası için, helâl ederek, Suadiye köyü Kur’an kursunuza bağışlıyorum” dedim.
İşte o gün güneşin dünyayı değiştiği gündür. Şehidler ölmez de… Allah’ın velileri, Peygamberin varisleri ölür mü? Asıl ölü olan bizleriz. Hem de yaşayan ölüler. Allah o büyük velilerin, şefkat, merhamet, himmet, himaye ve dualarını üzerimizden eksik etmesin. Ve bizleri de, yerli yersiz ahkâm kesen, kalpleri taşlaşmış, dilleri Hak’tan uzaklaşmış, kulakları sağırlaşmış, sırtlarında kitap yükü taşıyan, okumuş cahillerden, nasipsiz ve gafil kullarından eylemesin. Ve Yüce Peygamberinin şefaatini biz günahkârlardan esirgemesin!..
Deli Said söyler bu mühim sözü Nar-ı cehennemde hali pek kötü Dinle bak ne imiş hikayenin özü Deli Said inler durur, söyler durur.
Ben bir Deli Said idim, gencecik biçare, İlim öğreneyim diye girdim de mektebe ne zor zanaat imiş ilim tahsili böyle Geçmedi medresede bi gündüz bi gece
Günler geçmez, akşamlar olmaz, Okurum okurum kafam da almaz. Dönüp gitsen eve, o hiç olmaz Deli Said inler durur, söyler durur.
Akranlarım su gibi eder ezber Ben akılsızda ezber ne gezer Bu işi bir taktik hareket çözer Deli Said inler durur, söyler durur.
Aklettim ki bu iş böyle olmuyor Herkes anasından alim doğmuyor Okumadan da bak nasıl alim olunuyor Deli Said inler durur, söyler durur.
Doksan gün oldu idi terk ettim mektebi Bir yol tutturdum da kandırdım herkesi Hikayemin bunda sonrası çok çok önemli Deli Said inler durur, söyler durur.
“Mektep bilmem emme okudum ciltle kitap Her kim ne sorsa veririm güzelce cevap” Diye tutturdum sahtekarca bir yalan yol Son durak cehennem imiş, haberdar ol
“İlim ehli isen olmalı mutlaka eserin yok mu Efendi, senin ilmi risalelerin!” Demesinler diye tutturdum bir yalan yol Son durak cehennem, sen de haberdar ol
dinle evlad cehennemden gelen bu sesi İlim diye ben yazdım uydurma risaleleri Hem gavurlara bile dedim ki müslüman Hıristiyanları bile ettim ehl-i iman
Bir bak var mı tarihte böyle alim kim gavurlara böyle halim selim ayet hadis hükümlerini bile çiğnedim Deli Said inler durur,söyler durur.
Umumi harpte bizimle harbeden kafirleri şehid diye yazdım, okumadın mı risalemi Hele Cevşen denen şu uydurma şii zikrini Göklere çıkardım, hem yok tek bir mesnedi
Her meseleye delil getirmekten aciz idim yoktu ki delil getirebilecek kadar ilmim Bu sorunu bir şekilde mutlaka çözmeliydim şeytan üfledi solumdan bi anda, irkildim
Aman Allah’ım bu nasıl parlak fikir Böyle sinsilik şeytanın aklına gelir “her meselenin halli kalbime bildirilir” deyince, delil de işte böyle gelir
Kimse demedi ki bu nasıl ilmi delil öyle ise herkes her şeye delil getirir Bu, peygamberlik iddiası gibi bi şeydir Evliyayız ya kim bizi eleştirebilir
neticede tuttu bizim bu sinsi oyun millet de insan değil sanki koyun e kardeşim, bi kere de bilene sorun Deli Said inler durur, söyler durur.
Bana haber geliyor falanca yıldızdan Gelecekten haberi alırım kömür sobasından Aynen böyle yazdım risaleme şaşırma inan Buna rağmen oldum mu bi de bediüzzaman
Koca koca medreseliler düştüler peşime risalelerimi koydular Kur’an’ın yerine var mı risaleden başka bir şey ellerinde Peşimden sıra sıra cehenneme girerler de bütün suçu yıkarlar ben delinin üzerine
Deli Said, sen de sözün fazla söyleme Samimi iman ehli, danışırlar alimlere Nice ahmağı da peşinden sürdün cehenneme Bunları okurlar da yine dönmezler istikamete
| Deliüzzaman Said-i Nursi
Kaynak: Risale-i Fur Fırıldak, Işın risalesi, Ulema-is Su ve Cehennem bahsi, sahife 7867
Said Nursî’nin hemen hemen, bütün risâle’lerinde tekrarladığı (Esâsen, risâle’ler birbirinin usandırıcı birer tekrarından ibârettir.) çok önemli, fâhiş, te’ville, tashîh ile telâfisi mümkün olmayan, “eski Said, yeni Said,” tekerlemeleriyle geçiştirilmeyecek, inananları küfre kadar götürecek hatâ’larla doludur.
FÂHİŞ VE KÜFRÜ MÜLTEZİM BÜYÜK HATA’LAR ZİNCİRİ:
1- Teslis Akîde’sine sâhip, müşrik Hıristiyan’ların, şehîd olduklarını ve cennete girebileceklerini iddia etmiştir; “Bir zaman, eski Harb-u Umûmî’de, düşmanların, ehl-i İslâm’a ve bilhassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pekçok müte’llim oluyordum. Fıtratımda, şefkat ve rikkat ziyâde olduğundan, tahammülüm haricinde azap çekerdim.
Birden kalbime geldi ki, o maktûl ma’sumlar şehid olup velî olurlar; Fânî hayatları, bâkî bir hayata tebdil ediliyor; ve zâyi olan malları sadaka hükmünde olup, bâkî bir mal mübâdele olur. Hattâ, o mazlumlar kâfir de olsa âhirette kendilerine göre o dünyevî âfattan çektikleri belâlara mukâbil rahmet-i İlâhiye’nin hazînesinden öyle mükâfatları var ki, eğer Perde-i Gayp açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir tazâhür-ü rahmet görünüp, “yâ Rabbî! Şükür elhamdülillâh” diyeceklerini bildim ve kat’î bir suretle kanaat getirdim. Ve İfrat-ı Şekfat’dan gelen şiddetli te’sir ve elemden kurtuldum.” (Kastamonu Lâhikası, (49), Yeni Asya Neşriyatı, İstanbul, Temmuz 2004, 3. Baskı)… “Birden ihtar edildi ki, böyle musîbet’lerde kâfir de olsa hakkında bir ne’vi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musîbet ona nisbeten pek ucuz düşer. Böyle musîbet-i Semâviyye ma’sumlar hakkında bir nev’i şehâdet hükmüne geçiyor. O musîbet-i Semâviyye’den ve beşerin zâlim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun, şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi, büyük mükâfat-i Ma’neviyyeleri, o musîbeti hiçe indirir.
On beşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfâtı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır. Çünkü ahirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (a.s.m.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem ahirzamanda Hazret-i İsâ’nın (a.s.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslamiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (a.s.) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zalimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım, Cenab-ı Erhamürrâhîmine hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten teselli buldum. (Kastamonu Lâhikası, Yeni Asya Neşriyatı/İstanbul/2004 Baskısı/Sahife 79)
Antakya’lı bir Yahûdî olan (Saint Paul) kısaca, Pavlus, tarafından dizayn edilen günümüz Hıristiyanlığı “Uknûm-ü Selâse”, üç esas, baba, oğul ve Ruhu’l-Kudüs, yâni, teslis akidesini esas alır. Teslis akidesine sahip olanlar, şüphesiz, kâfirdirler. Kâfir’lerin, kıyâmet gününde, Allah’ın rahmetine mazhar olması, hele hele, cennete girmesi, Kur’ân-ı Kerim’in, sarih nas’larına göre aslâ mümkün değildir. Aksini iddia etmek sarih, kat’î naslarla sâbit olanı inkâr veya aksini iddia etmek kesinlikle küfürdür.
“Şüphesiz, Allah, Meryem oğlu Mesih’dir,” diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır.” (Mâide 5/17)… “Yahûdî’ler, Uzeyr Allah’ın oğludur, dediler. Hıristiyanlar da, Mesîh (İsa) Allah’ın oğludur, dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (sözlerini) daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar!” (Tevbe 9/30) Yukarıda meallerini verdiğim âyet’ler ve benzeri diğer âyetler dikkate alındığında, günümüz Hıristiyan ve Yahûdî’lerinin, kâfir ve müşrik olduklarında aslâ şüphe yoktur.
Müşriklerin, Hıristiyanların, Yahûdî’lerin, münâfıkların aslâ cennete giremeyecekleri, cehennemde ebedî kalacakları ise sayısız âyeti Kerime’nin sarih, kesin hükmüdür. “(Âyet’lerimizi) inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere gelince, işte Allah’ın meleklerin ve tüm insan’ların la’neti onların üzerinedir.” Onlar ebediyyen la’net içinde kalırlar. Artık ne azapları hafifletilir ne de onların üzerine bakılır.” (Bakara 2/161, 162)…
“Bizim âyet’lerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğine girinceye kadar cennete giremeyeceklerdir! Suçluları işte böyle cezalandırırız.” (A’raf 7/40)
(Devenin iğne deliğinden geçmesi, adeten muhaldir. Dolaysiyle kâfir’lerin cennete girebilmeleri muhal bir şarta bağlanmıştır ki, kâfir’lerin cennete girebilmeleri muhal ötesi bir şeydir.) “Ehl-i Kitap ve müşriklerden olan inkârcılar, içinde ebedî olarak kalacakları cehennem ateşindedirler. İşte halkın en şerlileri onlardır.”
“Gerçekten inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya, onların hiçbirinden -fidye olarak dünya dolusu altın verecek olsa- dahî kabul edilmeyecektir. Onlar için acı bir azap vardır. Hiç yardımcıları da yoktur.” (Âl-i İmran 3/91)
FETRET DEVRİ MES’ELESİ:
Fetret devri, yeryüzüne Peygamber gönderilmeyen asırlar için geçerlidir. Bu ma’nada Fetret Devri Hazret-i İsâ ile Sevgili Peygamber’imiz arasında geçen 600 küsûr senelik, Peygambersiz geçen devreye denilir. Hazreti Peygamber’imizin bi’setinden sonra kıyâmete kadar hiçbir devre, fetret devri denilemez. Olsa olsa, yeryüzünün ba’zı bölgelerinde tebliğ ve da’vetin ulaşamadığı yer’lerden bahsedebiliriz. Tebliğ ve da’vetin ulaşmadığı yerdeki insanlar da, akıllarını kullanarak, enfüsî ve âfakî delillerle, Allah’ın varlığını ve birliğini bulmaya mecburdurlar. Bunlar, Allah’ın varlığını ve birliğini buldukları takdirde şer’î hükümlerle mükellef değildirler. Dolaysiyle, Said Nursî’nin kâfirler için uydurduğu “Fetret Devri” ma’zereti de geçerli değildir.
KÂFİRLERİN ÇOCUKLARINA GELİNCE:
Müslüman anne ve babadan doğan ve büluğ çağına ermeden vefat eden, sabî’ler, Müslüman anne ve babaya teb’an cennete girerler. Ehl-i Kitap’tan bir anne ile Müslüman bir baba’dan doğan ve büluğ çağına ermeden vefat eden sabî’ler, Hayru’l-Ebeveyn olan baba’ya teb’an yine cennete girerler. Ancak, günümüzde daha doğrusu asr-ı Saâdet’den sonraki Hıristiyan ve Yahûdî’ler arasında Ehl-i Kitap yoktur. Hıristiyan’lar teslis akîdesine sahip oldukları, Yahûdî’ler de Üzeyr veya Soraya Allah’ın oğludur, dedikleri için müşrik olmuşlardır. Bir Müslüman’ın belli şartlarda ve zarûret halinde, ehl-i Kitap bir kadınla evlenebilmesi câiz ise de, müşriklerle evlenmesi aslâ câiz değildir, aralarında kıydırdıkları nikah İslâm Hukukuna göre nikah akdi olmayıp, aralarındaki münasebet gayr-i meşrû olup bu birliktelikten doğan çocuklar da Veled-i Zinâ’dır.
Müşrik’lerin, Hıristiyan ve Yahûdî’lerin, münâfıkların, büluğ çağına ermeden vefat eden çocukları hakkındaki hüküm ise, cennete girmek için kendilerinin herhangi bir amelleri bulunmadığından, anne ve babası da Müslüman olmadığı, en azından anne ve babasından birisinin Müslüman olmadığı dikkate alındığında ebeveyn’e tab’iyet veya Hayru’l-Ebeveyn’e teb’iyyet de söz konusu olamayacağına göre cennete giremeyeceklerdir.
Müşrik’lerin, kâfir’lerin, Hıristiyan, Yahûdî ve münâfıkların büluğ çağına ermeden ölen çocukları kıyâmet gününde ne olacaklardır?
Kur’ân-ı Kerim’de, Cenab-ı Hakk, “Biz, yakın bir azap ile sizi uyardık. O gün kişi önceden yaptıklarına bakacak ve inkârcı kişi: “Keşke toprak olsaydım!” diyecektir.” (Nebe Suresi 78/40) Ekserî müfessirler bu âyet-i Kerime’nin tefsirinde, kıyâmet günü insan’larla birlikte hayvanlar da haşredilecek, insanlarla hayvanlar, hayvanlarla yine hayvanlar arasında çetin bir hesaplaşma olacaktır. Hak sahipleri haklarını aldıktan sonra, insanlardan ba’zıları cennete, ba’zıları da cehenneme sevkedilecekler. Hayvanlar ise Mahşer Meydanı’nda, insan’ların gözlerinin önünde toprak haline geleceklerdir.
Cehenneme sevkedilen, kâfirler, hayvanların toprak olduğunu görünce, “Ah! Keşke bizler de hayvanlar gibi toprak olsaydık da, bu çok acıtıcı, aşağılayıcı ebedî azap’ta kalmasaydık,” diyeceklerdir,” diye tefsir etmişlerdir.
Hicrî, İkinci Bin’in Müceddidi, büyük Mutasavvıf, İmam-ı Rabbânî, Müceddid-i Elf-i Sânî, Ahmed-ü Farık Sirhindî (K.S.) Hazretleri, keşfen, Arafat günü hayvanlar gibi, kâfirlerin, Hıristiyanlar, Yahûdî ve münâfıkların, büluğ çağına ermeden vefat eden çocukları da toprak olacaklardır. Kendi çocuklarının toprak olduklarını görenler, “Ah! Keşke bizler de çocuklarımız gibi toprak olsaydık da, ebedî cehennem azabından kurtulsaydık,” diyeceklerdir, buyurmuştur.
Said Nursî ve şakird’leri, Cevşenü’l-Kebîr veya Cevşenü’l-Sagîr’i tanıtırken, “Hazreti Peygamber Salla’llâhu Aleyhi ve sellem’e Cebrail Aleyhisselâm’ın vahiy ile getirdiği ve zırh’ı çıkar bunu oku dediği ve binbir Esmâ-i İlâhiye sarîhan ve zımnen işaret eden gâyet yüksek ve çok kıymettâr bir müncaat-ı Peygamberî’dir ki, Zeyne’l-Âbidîn (R.A.)’den tevâtürle rivâyet edilmiştir,” diyorlar. Yukarıdaki ta’rif, “Allah tarafından bir melek (Cibril-ü Emîn) tarafından indirilen ve Peygamber’e okunan, “Vahy-i Metlû” (tilâvet olunan, okunan vahiy) ki, bu doğrudan Kur’ân’ın ta’rifidir. Yalnız bir şeyin tam ta’rifi, o şeyin “Efrâdını Câmi, Ağyarını Mâni,” olmalıdır. Nitekim, onu da tamamlıyorlar, “Zeyne’l-âbidîn tarafından tevâtürle rivâyet edilmiştir.” İşte, Kur’ân’ın tam ta’rifi… Ne var ki, Said Nursî ve şakird’ler, İslâmî ilimlere en azından bir mızraklı ilmihâl seviyesinde sahip olmadıklarından asgarî bir hadis usûlünde çakmışlardır. İslâmî ilimlere birazcık vukuf kesbedenler bilirler ki, tek bir kişinin rivâyet ettiği, tevâtür, meşhûr olmaz, ancak Haber-i Vâhid olur. Haber-i Vâhid ile rivayet edilenler, başka delillerle te’yid edilmemiş ise dâima şüpheyle karşılanır.
Kaldı ki, bütün Hadis Külliyatı arasında, “Hadis-i Cibrîl” gibi tevâtürle sabit olan hadis sayısı pek azdır, güvenilir kaynaklar, tevâtürle sâbit olan hadis sayısını 19 adet olarak vermişlerdir. Tevâtürle sabit olan Hadis-i Şerif’leri inkâr etmek de tıpkı, “Vahy-i Metlû” olan, Âyet-i Kerimeleri inkâr etmek gibi küfrü muciptir.
Hâşâ! Sümme Hâşâ! Said Nursî ve şakird’lerin ifade ettikleri gibi, Cevşenü’l-Kebîr ta’rif ettikleri gibi, Cebrail Aleyhisselâm tarafından getirilmiş ve tevâtürle rivâyet edilmiş olsaydı, elbette Kur’ân’dan bir âyet-i Kerime olurdu.
Kur’ân-ı Kerim’deki âyet’lerden herhangi birisini âyet saymamak, hükmünü inkâr etmek nasıl küfür ise, Kur’ân’da olmayan, âyet niteliği taşımayan herhangi bir metni kutsallaştırmak, ona âyet hüküm vermek de küfürdür.
“Şüphesiz o (Kur’ân), çok şerefli bir Resûlün sözüdür.” (Resûl, elçi, Peygamber veya Cebrail vasıtasıyla tebliğ edildiğinden, “söz” Resûle (elçiye) nisbet edilmiştir.)
“Ve o, bir şâir sözü değildir. Ne de az iman ediyorsunuz?” “Bir kâhin sözü de değildir (o), ne de az düşünüyorsunuz!” “O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.” “Eğer (Peygamber) bize atfen ba’zı sözler uydurmuş olsaydı.” “Elbette Onu kıskıvrak yakalardık.” “Sonra onun can damarını koparırdık.” (Onu yaşatmazdık) “Hiç biriniz buna mâni olamazdınız.” “Doğrusu o (Kur’ân) takvâ sahipleri için bir nasîhattir (öğüttür)..” (Hâkka Sûresi 69/40-48)…
Doğrudan vahy’e muhatap, Peygamber hakkında, “Allah tarafından vahyedilmediği halde, kendiliğinden tek bir kelime bile uydurmuş olsaydı, onu kıskıvrak yakalar, can damarını koparır hayatına son verirdik” buyuruyor.
İYİ DE BU CEVŞEN NEME NE BİR ŞEYDİR?
Cevşen, Farsça asıllı olduğu kabul edilen Cevşen kelimesi sözcükte “bir tür zırh, savaş elbisesi” anlamına gelmektedir. Şîa kaynaklarınca, İmam Mûsâ el-Kâzım’dan i’tibâren, imamlar tarıkiyle Haz.Peygamber’e nisbet edilen yaklaşık 15 sahifelik bir metindir ki, bu metnin özeti, Said Nursî ve şakird’lerin de iddia ettiği gibi, “Uhud Muharebesinin kızıştığı ve üzerindeki zırh’ın kendisini fazlasıyla sıktığı bir sırada Haz.Peygamber, ellerini açarak Allah’a du’a etmiş, bunun üzerine sema’nın kapıları açılarak Cebrail gelmiş ve “Ey Muhammed! Rabb’in sana selâm ediyor ve üzerindeki zırhı çıkarıp bu du’ayı okumanı istiyor. Bu du’a hem sana hem de ümmetine zırh’tan daha sağlam bir emniyet sağlayacaktır.” demiştir.
Cevşen’le alakalı olarak, ehl-i Sünnet kaynaklarında, Ehl-i Sünnet’in Hadis Külliyatında, en sahih Hadis Külliyatı olarak kabul edilen, Altı Hadis Külliyatında (Kütüb-ü Sitte), herhangi bir rivâyet bulunmadığı gibi, genellikle mevzu kabul edilen, 19. asrın sonlarında ve 20. asrın başlarında yazılan, tergîp ve terhîp için (teşvik ve korkutmak için) yazılan me’vize kitaplarında bile (Ruviye), kimin rivayet ettiği, kimden rivâyet edildiği belli olmayan (rivâyet olunmuştur) tarzında yazılan kitaplarda bile bulunmayan, tamâmen bir Şîa palavrasıdır.
Ayrıca, Cevşen adıyla bir du’â’nın hiçbir ehl-i Sünnet kaynağında bulunmamasının yanında, Şiî hadis Külliyatının ana kaynağı kabul edilen, Kütüb-ü Erbaa’da da bulunmaması, sadece du’a mecmuaları gibi ikinci dereceden Şiî kaynaklarda mevcut olması da şâyan-ı dikkattir.
Kaldı ki, bizzat Said Nursî’nin kendisinin, Cevşen-i Kebir’in faziletleri ve Hazreti Peygamber’e nisbeti hakkında şüpheye düşen bir zata vermiş olduğu cevapta, genel olarak du’â’nın muhtevâsının güzelliğinden bahseder, fakat metnin kaynağı ve Hazreti Peygamber’e nisbeti hakkındaki suallere cevap verememiştir.
Diğer yandan, Cevşen-i Kebîr’in faziletiyle alakalı olarak nakledilenlere gelince, Allah’ın insanlara verdiği imkân ve kabiliyetler, ona bahşettiği haklar, yüklediği vazifeler karşısında, sadece bir du’a okumakla dünya ve âhiretteki bütün şerlerden (kötülüklerden) korunup saadete ermesi, İslâmiyet açısından, hattâ ve hattâ, bütün bâtıl inançlar açısından asla mümkün değildir. Ayrıca, her bölümünde sadece tevhidi vurgulayan ve yoğun kudsî duygularla örülmüş bulunan bir du’â’nın iman etmeyen, hele hele teslis akîdesine sâhip, müşrik Hıristiyanlar için ne anlamı vardır. (Teslis umdesine sahip, müşrik Hıristiyanlardan ba’zıları, ceplerinde Cevşen taşıdıklarını ve Cevşen okuduklarını açıklamışlardı.)
Yine Şîa palavralarına göre, Cebrail Aleyhisselâm Haz.Peygamber’den bu du’a’yı kâfirlere öğretmemesini, sadece mü’min ve takva sahibi kişilere (Said Nursi ve şakird’leri olmalıdır), ta’lim etmesini istemiştir. Fe Süphâne’l-Allah! Bu du’a, mü’min-kâfir herkesin kolayca vakıf olabileceği bir açıklıkta literatüre girmiştir. Böyle olunca, mü’minler ve takvâ sahibi olanların dışında kalan insanlar’dan gizli tutulması ne mümkün…
Bu du’â’ların muhtevası bakımından bir şeyler söylemek mümkün de değil, doğru da olmaz. Zirâ du’a’lardan herbiri Allah’ın isim ve sıfatlarından 10 tanesini ihtivâ eden uzunca du’a’lardır.
Müşkül olan, bu metinlere kudsiyet izafe edilmesi, bu du’â’lara çok büyük faziletler yüklenmesi, bu du’â’lar sâyesinde dünya’da ve âhirette çok büyük sıkıntılardan kurtuluş’a erişilmesi inancıdır. “Hazreti Cibril’in, Hazreti Peygamber’e Cevşen du’â’sının önemi ve faziletleri hakkında geniş bilgi verdiği kaydedilir. Buna göre, Allah, Cevşen-i Kebîr’i dünya’yı yaratmadan 50.000 yıl önce arş’ın direkleri üzerine yazmıştır. Bu du’â’yı okuyan veya yazılı olarak üzerinde bulunduran kimse, dünya’da her türlü belâ’dan, âfet, hastalık, yangın ve soygunlardan korunduğu gibi Allah ile kendisi arasında perde kalmaz ve bütün istekleri yerine getirilir. Cevşen-i Kebîr ile Allah’a münacatta bulunan kimseye Bedir şehid’leri derecesinde 900.000 şehid sevabı verilir. Bu du’â’yı kefeninin üzerine yazdıran mü’min ise azap görmez. Bunu okuyan kimse dört kitabı okumuş gibi sevap kazanır. Her harfi için kendisine iki ev ile iki zevce verilir; ayrıca insandan ve cinden bütün mü’minlerinki kadar sevap kazanır; aslâ cehenneme girmez.
Pes doğrusu! Sadece bu du’â’yı okumak insanları bütün ibâdetlerden, evrâd, ezkâr ve her nev’i mükellefiyetten müstağnî kılar…
Said Nursî, adına ister Cevşenü’l-Kebîr desin, isterse Cevşenü’l-Sağîr desin “bu du’â’yı ben tertip ettim” deseydi ya da şakird’ler “bu du’â’yı bizim üstadımız tertip etmiştir,” deselerdi, herhangi bir problem yoktu. Ancak, yukarıda ifade edildiği gibi, dünyevî ve uhrevî bütün belâ ve felâket’lerden, azap’tan kurtuluşu, Cenneti ve Cemalu’llâh’ı sadece bu du’â’ya bağlarsanız, bu du’â’lara kudsiyyet izafe ederseniz. İşte felâket buradadır.
Kaldı ki, du’â’ların Allah tarafından kabul edilip edilmemesi, okunan du’â’ların lafızları, ma’naları, uslubu ve tarzıyla değil, du’â edenlerin huşû’u, huzu’u, zühd-ü takvası, ihlas ve samîmiyetiyle yakından alakalıdır.
Hem sonra, Kur’ân-ı Kerim’de, Allah tarafından Sevgili Peygamber’imize vahyedilen du’â örnekleri vardır. Ayrıca, Peygamberlerden, Haz.Âdem’in, Hazreti Nuh’un, Hazret-i İbrahim’in, Hazret-i Eyyûb’un, Hazret-i Yunus’un Rabbilerinden telakkî ettikleri me’sur du’â’ları da vardır. Ayrıca, Sevgili Peygamber’imizin sahîh rivâyetlerle bizlere ulaşan me’sûr du’â’ları da vardır. Ehl-i Sünnet Ulemâsı’nın, Turuk-u Âliye kutuplarının tertip ettikleri “Evrad-ı Ezkâr” dururken, Cevşeni, hâşâ, sümme hâşâ Kur’ân-ı Kerim’den de öne çıkarmak neyin nesidir?
Ehl-i Sünnet Uleması’nın, Turuk-u Âliye mensuplarının büyük bir dikkatle tevakkî ettikleri, bir Şîa uydurmasına ve palavrasına, Gümüşhânevî, Ahmed Ziyâeddin Efendi’nin ba’zı edi’yye ve ezkârı bir araya getirdiği, “Mecmuatü’l-Ahzab” adlı du’â risâlesine Cevşen’i de alması düşündürücüdür. Said Nursî’nin ve şakird’lerin pek sevdiği bir ta’birle, “Ve Fîhi Nazar,”.. Buraya bakılması, buraya dikkat edilmesi gerekir, diyorum. Bakacağız….