Etiket arşivi: Mehmet Fahri Sertkaya

Sizinle dalga geçiyorlar! Yusuf El Karadavi kimdir?


Bu herif, Mahmud efendiyi müceddid seçenlerin başında geliyor ve o İngiliz casusu bir “NATO imamı”…


Yusuf el-Karadavi Kimdir?

Yüzde seksen küsuru Sünni Müslüman olan Suriye’de, Esed’i destekleyen, BOP’a yani gerçek adı ile Büyük İsrail devleti projesine karşı çıkan, saymakla bitmez, çok sayıdaki Sünni alimden biri olan Muhammet Said Ramazan El Buti, camide sohbet vermekte iken bombalı bir saldırı ile şehit edilmişti. Suriyeli Sünni alim el Buti’nin, CIA-MOSSAD uşağı sözde muhalif ve mücahid, özde paralı kiralık katil teröristler tarafından şehit edilmesi üzerine, Yusuf El Karadavi’nin yaptığı açıklamalar, dünyanın dört bir tarafında çok sayıda müslümanda öfke uyandırmıştı.

Ortadoğu ülkelerinde ‘Arap baharı’ adı altında, Büyük İsrail projesini gerçekleştirmek için yapılan ihanet, tahrip ve yıkımların çoğu, satın alınmış sözde İslam alimlerinin, özde Amerikan ve Siyonist casuslarının fetvaları sayesinde gerçekleşmişti. İslam’ı bir din gibi değil de, bir siyasi ideoloji hatta siyasi parti gibi kabullenip, dünya menfaat ve siyasetine alet eden İslamcılar da bu projede yoğun olarak kullanıldılar.

Özellikle de Arap halklara karşı hazırlanan komploda rolü deşifre olan Karadavi bunlardan biri… Ortadoğu’daki müslüman halkların ezici çoğunluğunun gözünde, kimliği ve misyonu çoktan deşifre olan Karadavi, İngiliz casusu bir NATO imamından başka bir şey değil…

Onun şimdiye kadar İsrail’e, Siyonizme ve bunların kuklalarına karşı cihat etme fetvası çıkarmaması acayip bir çelişkidir. Oysa kendisi, Katar’ın, ABD-İsrail planlarının, NATO’nun hizmetindedir ve bu güç odaklarının nüfuzu sayesinde sözde Dünya Müslüman Alimler Birliği başkanıdır.
Adamın geçmişi, hizmet ettiği arka planı, neye/kime çalıştığını bize anlatıyor. 

Hikaye, 1954 yılında başladı. Mısır cumhurbaşkanı Cemal Abdulnasır İskenderiye şehirinde Menşiyye meydanında bir suikast girişimine uğramıştı. Suikastin başarısızlığı Müslüman kardeşler (İhvan-ı Müslimin) liderlerinin ülkeden kaçmasına neden olmuştu.

Onlardan birisi, Suriye, Ürdün ve Suudi Arabistan arasında gidip gelen Dr. İbrahim İzzeddin idi. Daha sonra Arap Emirliği kimliğini alarak Abu Dabi’de Şeyh Zayed’in yardımcısı olarak görev yaptı.
Müslüman Kardeşler örgütü üyesi olan mültecilerin çoğunluğu Körfez Şeyhlikleri arasından Katar’ı tercih etti (Emir Hamad daha iktidar olmamıştı) Onlardan birisi, Mısır askeri hapishanesinde göz altına alındıktan sonra Emniyet sorumlusu Salah Nasr tarafından Mısır İstihbarat örgütü lehine çalışmayı kabul eden Yusuf El Karadavi idi.


1. Resim:

Karadavi’nin Mısır istihbarat arşivlerinde dosyasındaki fotoğrafı
Katar’da durumlar değişti. Yusuf El Karadavi, biraz saf olan Katar şeyhlerini Salah Nasr istihbarat örgütünden maddi olarak daha faydalı buldu. Bu yüzden Salah Nasr’la ilişkisini kesti. Mısır hükumetinin pasaportunu yenilemediği gerekçesiyle şimdiye kadar taşıdığı Katar kimliğini aldı. Onun tercihlerinin en büyük amili/etkeni, para ve menfaat idi.
Katar o dönemde İngiliz sömürgesiydi. İngilizler, Süveyş kanalı ve Arap-İsrail kavgası konularında Abdulnasır’la kavga halindeydiler.
33 yaşında olan Karadavi o dönemde Katar’ı ve bir kaç ülkeyi daha işgal eden İngiltere’ye karşı hiç bir konuşma yapmadı. Aksine, her şeyiyle İngiliz olan Katar’a iltica edip, hazinesinden maaş almaya başladı. Almaya da devam ediyor. O zaman, İngilizlerin kışkırtması ile ve Müslüman kardeşler örgütünün politikasına da uygun olarak, Siyonist rejimle savaşan Abdulnasır’a karşı kampanyalar düzenlemeye başladı.
Karadavi, körfez’deki İngiliz işgalini hiç eleştirmedi. Katar şeyhliğinde ilişkileri giderek derinleşti. Katar’ı fiili olarak, Ali bin Abdullah Âl Tani tarafından silahlı kuvvetler ve polis genel komutanı tayin edilen İngiliz subay Cochrane yönetiyordu. Katar halkının çoğunluğu işgalci İngilizlerle işbirliği yapmayı reddettiği için ordu ve polisin çoğunluğu Hintli ve Asyalılardan oluşmaktaydı. 
İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetlerinde eski bir subay olan Philip Blant ise Katar hükümdarı yardımcısı olarak işe başladı. 1950’de İngiltere Arthur Wilton’u yine ‘hükümdar yardımcısı’ ismi altında Katar’da birinci siyasi sorumlu olarak tayin etti.
2. Resim:

Şeyh Ahmet bin Ali Âl Tani ordu ve polis komutanı Ronald Cochrane ile birlikte
Cochrane, Müslüman Kardeşlerin Katar yarımadasındaki faaliyetlerini kontrol ediyordu. Onlarla özel ilişkiler dokumaya başladı. Özellikle de uzaktan din eğitimi alan El Kardavi ile… 
O zamanda Kardavi’nin Mısır cumhurbaşkanı Abdulnasır’a karşı kışkırtma aktivitelerinden başka yaptığı bir şey yoktu. Daha sonra Filistin direnişine karşı bir kampanya başlattı. Bir çok Katarlı iş adamının, ‘kendini tehlikeye atma’ olarak tanımladığı Filistin direnişine maddi destek vermesini engelledi.
3. Resim:

Şeyh Ahmet bin Ali, Ronald Cochrane ve aralarında Yusuf El Kardavi’nin bulunduğu Müslüman kardeşler örgütü mültecileri ile birlikte
Hükümdar ailesine giderek yakınlaştı. Onlara göre fetva hazırladı. O fetvaların en meşhuru, Şeyh Hamad’ın babasını sırtından vurmasını ve ona karşı bir darbe düzenlemesini mübah sayan fetva. Kur’an-ı Kerim’de açık açık zikredilen (Onlara (babalara) hiç bir kötü söz söyleme, kötülük yapma) ayetine ters olmasına rağmen Kardavi ümmetin çıkarının Hamad’ın yaptığını gerektirdiğini öne sürdü. Sanki Hamad’ın babasına karşı düzenlediği darbe hanımı Moza ve Siyonist rejimin isteğiyle değil de Katarlı ümmetin isteğiyle oldu. Ki siyonist rejim hemen, Şeyh Kardavi’nin konuğu olduğu ‘Şeriat ve Hayat’ programını yayınlayan El Cezire televizyonu binasının çok yakınında bir elçilikle mükafaatlandırıldı.
Şimdiye kadar açık olan bir soru var: Yusuf El Kardavi’nin İngliz subay Cochrane ve İngliz istihbaratıyla ilişkisi ne kadar gelişti?
Hiç kimsenin milyonlarca müslümanı aptal yerine koymaya hakkı yok. Hiç kimsenin akıl sağlığı da yerinde olmayan hasta ve ihtiyar bir adam (Mahmud efendi) üzerinden, Sünnilik ve Nakşilik iddiası ile ve de kurmaca bir müceddidlik iddiası/tiyatrosu ile Türkiye müslümanlarını da dolaylı yoldan Siyonizme hizmet ettirme hakkı, lüksü yok.
Mahmud efendiyi müceddid ilan edenler arasındaki tek Siyonist casusu Karadavi değildir. Bu İslam/ehli sünnet davası, bu tasavvuf davası, bu vatan ve devlet davası sahipsiz değildir. İmam-ı Rabbani evlatlarını izlemeye devam edin. BOP’çuların, İslamcıların, particilerin, bozuk tarikatların, ihvancıların ve hepsinin ağababaları olan Siyonistlerle işbirliği halindeki İçimizdeki İsrail‘in bütün planlarını bozacaklar.


Mehmet Fahri Sertkaya 

Akademi Dergisi

Nüfusunun çoğunun Müslüman olması, ezanlar okunması, o ülkeyi İslam ülkesi yapar mı?

Bir ülkenin küfür ülkesi ya da İslâm ülkesi olması hususunda karar verilirken, ülkenin nüfusunun ne kadarının Müslüman olduğuna bakılmaz.

Bir ülkede, nüfusun yüzde doksan dokuzu Hristiyan olsa, kalan yüzde biri Müslüman olsa ve Müslümanlar sayıca bu kadar az olmalarına rağmen idarede olsalar…
Devlet tamamen şer’i kaidelere göre yönetilse, bütün hukuk sistemi ve idari sistem şeriata göre olsa…

Bütün hristiyanlar vatandaş değil teba olsa, zımmi olsa, bunlardan ek vergi alınsa ve yine de bu hristiyanlar memur, asker, subay değil muhtar bile olamasa… Müslümanlar bu derece hür, bu derece güçlü olsa…

O ülkedeki Müslümanlar hiç bir sıkıntı, baskı,zorlama ve tehlike altında kalmadan İslam inançlarının ve ibadetlerinin TAMAMINI, istedikleri her zaman ve mekanda açıklayabilse, savunabilse ve uygulayabilse…

İşte orası bile Dar’ül İslamdır. İslam devletidir.

Tam tersi de geçerlidir. Yüzde birlik gayri müslim nüfus, yüzde doksan dokuzu oluşturan Müslümanları yenip idareyi ellerine almış ve İslam’ı tamamen ya da kısmen yasaklamış olabilirler. İşte orası da Dar’ül Harptir. Orada sayıca çoğunlukta olsalar idareye sahip olmadıkları için Müslümanlar inançlarını serbestçe açıklayamaz ve yaşayamazlar. Ancak imkan bulabildikleri sınırlı özgürlük ile yapabildiklerini yaparlar.

Zaten bir ülkenin Dar’ül Harp ya da Dar’ül İslam oluşunda İmameyne göre(İmamı Azam’ın müctehid iki talebesine göre) sadece ülkede şeriatın tatbik edilip edilmediğine bakılır. Başka bir şeye bakılmaz.

Bir ülkenin Dar’ül İslam ya da Dar’ül Harp olması hususunda nüfusa bakılmaz. O ülkede camilere ve minarelere ve ezana izin verilmiş mi, verilmiş ise ne kadar verilmiş “Almanya’da da verilmiş ama Türkiye’de daha bir başka verilmiş canım” diye ahmakça ya da samimiyetsizce bakış açılarına girilmez. Gerçek bir İslam ülkesi, kısmen de olsa İslam hükümlerini neden yasaklasın?  “Eman” sadece kısmi hürriyet demek değildir. Eman varsa, İslam’ın her inanç maddesine ve her ibadet şekline vardır. Öyle ya eman varsa İslami idare vardır. İslami idare varsa ve Müslümanlar hakim iseler neden bir kısım İslami esaslara serbestlik, bir kısmına ise yasak uygulasınlar?

Bir devlette İslam ahkamı (hükümleri) uygulamadan kaldırıldı mı, orası kendiliğinden Dar’ül Harb olur. Düşman işgali, Müslümanları kırıp geçirmesi ve idareyi zorla alması şart değildir. 
Ehli sünnetin muteber kaynaklarına başvuralım: 

İbn-i Hummam (rh.a.) “Hicretten önce Mekke Dar’uş Şirk idi.” (1)

Alleme Alüsi (rh.a.) “Fetihten önce Mekke Dar’ul Harb idi.” (2)

Şemsül Eimme İmam-ı Serahsi (Rh.a.) de “Mekke bir Dar’uş Şirk idi. Çünkü Mekkenin içerisinde İslam ahkamları icra edilmiyordu.“ (3)

Bir yerde Müslümanlar varsa ve orada namazlar kılınıyor, ezanlar okunuyorsa, oraya Dar’ül Harp denilemez.” diyenlere deriz ki;

İmam-ı Serahsi, Alüsi, İbn-i Hummam “Mekke fetihten önce Dar’ul Harb idi” dedikleri zaman onlar da biliyordu ki o gün Hz. Muhammed (s.a.v) çok sayıda sahabesi de Mekke’de idi. Fakat İslam hakim değildi de ondan Dar’ul Harb oluyordu. Bu nedenle içerisinde İslam ahkamı icra edilmeyen bir devletin nüfusunun %99’u Müslüman olsa dahi o yerin Dar’ül Harb olmasını engellemez.  Dahası da var ki, bir ülkenin ezici çoğunluğu Müslüman iken idareye Müslümanların hakim olamamsı muhaldir. Zira gerçekten Müslüman olan toplumlar üzerinde bu kadar önemle durulan cihad farzını terk etmezler, devletin islam devleti olmayışından dolayı da itikadi ve ameli hususlarda rahat edemezler, bir an evvel orayı İslam devletine çevirir, uygulanan ahkamı tamamen İslam ahkamı yaparlar.

DÜNYADA HİÇ İSLAM DEVLETİ YOK!

► Vatandaşının yarısı bile Müslüman olan bir ülkede bir genel kurmay başkanı çıkıp da, laiklik adına, Hristiyanlık adına v.s. adına darbe yapamaz. Es kaza yaptı diyelim, bu darbeyi ayakta tutamaz.

► Nüfusunun yarısı bile Müslüman olan bir ülkede her caddede onlarca güzellik merkezi, tekel büfe, toto-loto bayii olamaz. Toplum çılgınca bir çıplaklık, kumar, fuhşiyat, hırsızlık, arsızlık, güvensizlik içinde bulunamaz.

► Nüfusunun yarısı bile Müslüman olan bir ülkede gencecik kızlar neredeyse çırılçıplak gezemez. TV’ler, gazeteler ve dergiler o derecede müstehcen olamaz.

► Nüfusunun yarısı bile Müslüman olan bir ülkede genel evler resmen faaliyet gösteremez. Kaldı ki bunlardan vergi almayı kimse teklif bile edemez. Vergi madalyası takmak mı? Onu yapmak isteyeni o milletin elinden kimse kurtaramaz.

► Nüfusunun yarısı bile Müslüman olan bir ülkede kamu kurumlarında İslam’ın en temel/en meşhur emirlerinden biri olan başörtüsü ve namaz yasaklanamaz. Kadın erkek memurlar ve memureler bir arada, tesettürsüz ve birbirlerine çok yakın olabilecekleri şekilde çalıştırılamaz. Liseler, üniversiteler bu derece iğrençleşemez. Kantinlerde kılıf ve doğum kontrol hapı satılamaz. Üç beş zibidi ekranlara çıkıp hemen her gün başörtüsüne dil uzatamaz.

► Nüfusunun yarısı bile Müslüman olan bir ülkede Müslümanlar öşrün, fıkhın, şeriatın, muamelatın ne olduğunu, İslam’ın miras hukukunu olsun bilip tatbik ederler. Bunların bile bilinmediği ve duyulmadığı bir ülkede nüfusun yarısı bile Müslüman değildir. Eğer nüfusun yarısı bile Müslüman olsa, o ülkede İslam’ın hükümleri tam olarak tatbik edilemese de en azından tam olarak bilinir ve nüfusun yarısını temsil eden Müslümanlar her gün her gece bu hükümleri tatbik etmek için neler yapmaları gerektiğine bakarlar. Böyle gayret gösterirler.

► Şayet bir ülkede nüfusun yarısı bile Müslüman olsa, bunlar emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münker farzını eda etseler, İslam’ın emir ettiği cihad farzını yerine getirseler o ülke süt liman olur. Ve böylece Müslümanların o ülkede ezilmesini bir kenara koyun, nüfusun geriye kalan diğer yarısı gönül rızası ile Müslümanların idaresine ve İslam idaresine girerler

► İşte Nüfusunun yarısı bile Müslüman olmayan bir ülkede bir veya bir kaç siyasi parti ya da cemiyet, kendilerini on numara Müslüman zan edip her meselede cehaletleri ve kuru akıl ve mantıkları ile yüz binlerce, milyonlarca Müslümanı peşlerinden sürüklerler ve Dar’ül Harp denen şeyin kelime manasını bile doğru düzgün bilmezlerse orası tam anlamı ile ŞENLİK olur.. EVLERE ŞENLİK OLUR… Onlarca yıl geçer, hatta yarım asırdan fazla süre geçer siyasi liderler göçer gider ama İslam davası ve Müslümanlar yerlerinde sayarlar.

► Yerden bitme bir zibidi askerin başına geçip bütün Müslümanların dini ile dalga geçer, namlunun ucunu birazcık gösterir ve meydandan ilk önce Müslüman(!) siyasi liderler kaçarlar.

► Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir İslam devleti yok. Bu kafayla da bir yüz elli sene daha olmaz. Artık siyasal islam denen kokuşmuş akımdan ve kendini bu millete büyük kurtarıcı gibi tanıtmış parti lideri çapsızlardan, cahillerden davamızı kurtarma vakti. Alimlere tabi olma vakti. Zira Türkiye nüfusunun yarısı bile, hatta sözde İslami mücadele verenlerin ciddi bir kısmı bile, İslami çerçeveden bakınca “Müslüman değiller.” Dünyada şeriat ile idare edilen tek bir İslam devleti de yok. 
Hadis-i şerifin ifadesi ile “Allah bu ümmeti, ağzı cerbezeli laf yapan münafık din alimlerinin şerlerinden muhafaza buyursun.”

1-  Feth’ul Kadir C.6 Sh. 1782

2- Ruhul Meani C. 21 Sh. 183

3- El-Mebsut C.14 Sh.18

Mehmet Fahri Sertkaya

Ölümün hakikati…

Ölen hayvandır, ruhlar ölmez.

Hayvan, “hay” kökünden, hayat sahibi olan anlamına gelir ki, bu doğru bakış açısı ile bakıldığında, maddesel formdaki canlı olan vücudumuz da maddesel hayat sahibi bir hayvan türüdür. Ruh ise madde değildir. Ölümlü de değildir.

Mü’minlerin ruhları da, kafirlerin ruhları da “ölüm” denilen şey gerçekleştiğinde sadece bedeninden ayrılırlar. Ölüm bir “yok oluş” değildir. Ölüm, yılanın kabuk bırakması misali bir merhale, bir aşamadır.

Cennet ve Cehennem, yedi kat semanın da daha üzerinde mevcut bulunan beş kat daha semadan biri olan “Alem-i Arş”tadır. Şu anda fiilen mevcutturlar. Ama kıyamet kopup bütün herkes hesaba çekilene kadar, şu ana kadar ölmüş ve kıyamete kadar ölecek kişilerin ruhları cennet ya da cehenneme götürülmez. Bedeninden ayrılan ruh, vazifeli melekler tarafından, melek hızında yine yedi kat semanın üzerindeki bir sema katında bulunan Illiyyin ya da Siccin‘den birine götürülür.
Peygamberlerin, şehitlerin, bazı velilerin, salihlerin, salihaların ruhları ise özgür bırakılır. Onlar ruhaniyetleri ile istedikleri zaman dünyaya gelirler, sevdikleri kişileri görürler, izlerler, dinlerler. Harplerde mü’minlere yardım ederler. Allah’ın izni ile istediklerinde yaşamakta olan yakınlarına ve sair mü’minlere görünebilirler de. İşte Selefi-Vehhabi sapık mezhebine mensup olanlar bu gerçekleri bilmeden velilerin kerametlerini inkar ederler.

Piri Reis, o meşhur ve akıl almaz dünya haritasını, bu şekilde, Süleyman peygamberin(a.s.) ruhaniyeti ile görüşerek çizmiştir. İşte bu gün bilim, milimine kadar doğru çizilmiş haritanın acziyeti içindedir. Süleyman aleyhisselam hem peygamber hem de devlet lideri idi. Onun zamanında da dünyada çok yüksek teknoloji vardı.

İnsanların hepsi yaratıldı, ruhlar aleminde bir aradaydı. Orada herkes “asıl gerçeği” gördü ve iman etti. Herkes ama herkes “Evet rabbimizsin” dedi. Ama sonra bu gerçekler ruhlara / insanlara unutturuldu. Sırası gelen ruh, annesinin karnındaki bedenine 120. gün melekler tarafından konulur. Doğar, yaşar, tercihlerini yapar ve sonra ölür. Öldüğü gibi, ruhlar aleminde gördüğü ve unutturulan ilahi gerçekleri yine görür. Ama dünyada iman etmemiş ise, cüz’i iradesini doğru kullanmamış ise artık kaybetmiştir ve ebedi-sonsuz cehennem azabı çekecektir.

Ruhlar alemindeki en son ruhlar da dünyaya gelip imtihan olup dünya hayatını tamamlayana ve kıyamet kopana kadar, önceki dönemlerde dünyaya gelip bedeni ölen bu ruhlar, Siccin’de azap çekerek kıyameti beklerler. Mü’minlerin ruhları ise Illiyyin’de cennet misali nimetler ile ödüllendirilirler. Bunlar, yeni ölüp de aralarına getirilen ruhlardan, dünyadaki yakınlarına dair haberler de sorup öğrenirler.

Ruh ile bedenin 12 farklı bağlantısı vardır. Ölümle beraber ruh ile beden arasındaki bağlardan sadece üçü kopar. Dokuz bağ halen aktif kalır. Yani ölümle birlikte kişinin bedeni işe yaramaz ve kıymeti olmayan bir atık olmaz. Kopan bağlar hareket, renk ve ısı bağlarıdır. İşitme, görme, his etme v.s. bağları hep devam eder. Ölü kişi, başına gelen kişileri görür, duyar, temaslarını his etmeye devam eder ama hareket edemez. Cevap veremez. Hiçbir hareketi yapamaz.

Kabrine konulan bedeni ile de bağı kopmaz. Ruhu Illiyyin ya da Siccin’de de olsa, azap ya da mükafat görüyor da olsa, dünyadaki kabrine gelenleri görür, işitir, anlar. Kabirde azap olarak bedenine yapılan eziyetleri  /cezaları tadar. Kabir aleminde azap hem ruha hem de bedenedir.
Ruh ebedidir / sonsuzdur. Tercihlerine göre sonsuz cennet ya da cehennem hayatı yaşayacaktır. Günahkar olup cehenneme gitse bile, mü’min olduğu için, iman ettiği için mutlaka cehennemden sonra cennete geçecek ve ebedi cennette kalacaktır.

Mehmet Fahri Sertkaya

Namusu ile kadın satanların ödüllendirildiği İslam ülkesi hangisidir?

fuhuş, zina, akp'nin gerçek yüzü, matild manukyan, eşcinsellik, islam hukuku, dar'ül harp, dar'ül islam, türkiye dar'ül harp mi, Cübbeli Ahmed Hoca, ismailağa cemaati, kumar,

Bir İslam ülkesi düşünün!

► Dini nikah yapmak suç olsun, imam nikahı kıydıranlar, şikayet edilince onlara ceza verilsin

Bir İslam ülkesi düşünün!
► “Eşcinsellik sapıklıktır” demek suç sayılsın…

Bir İslam ülkesi düşünün!
► Gâvura “Gâvur” demek ve insanları dini kimliğine göre sınıflandırmak suç kabul edilsin…

Bir İslam ülkesi düşünün!
► “İslam ordusu” olması gereken ordusuna gayri müslimleri de asker hatta subay olarak alsın… Yetmedi gayri müslimleri İslam devletinin her makamında görevlendirsin…

Bir İslam ülkesi düşünün!
► Domuz eti, kumar, içki-şarap ve sağlığa zararlı daha sayısız şey serbest olsun…

Bir İslam ülkesi düşünün!
► Zina serbest olsun… Evlilerin zina etmeleri bile cezasız bırakılsın…

Bir İslam ülkesi düşünün!
► Genel evler ve fahişelik serbest olsun. Hatta kumar gibi fuhuş da devlet denetiminde olsun, bunlardan vergi alınsın. Yetmedi bu kumardan, fuhuştan, faizden elde ettiği vergilerle, imamların, müezzinlerin, müftülerin ve bütün memurların maaşları ödensin… Dahası da var, ülkenin en önde gelen pezevenklerinden birine devlet “vergi rekortmeni” ödülünün şölen havasında versin. Halktan da hiçbir tepki çıkmasın.

Bir İslam ülkesi düşünün!
► Miras hukuku, alış veriş/ticaret hukuku, medeni hukuku, savaş hukuku dahil bütün hukuku gayri islami olsun…

Bir İslam ülkesi düşünün!
► Camiler açık olsun, yüz binlerce Diyanet personeli olsun, beş vakit namazlar kılınabilsin, Cuma namazlarına sorun çıkartılmasın bu düzen böyle onlarca yıl devam etsin, ama bir tek imamın bile bir vaazında ağzından “şeriat“, “hilafet“, “İslam medeni hukuku“, “Mecelle“, “Öşür” ve benzeri en temel İslami terimler duyulamasın.

Bir İslam ülkesi düşünün!
► Bütün bu sayılanların yaşandığı o ülkede, her şeyi temelinden düzeltmekle, nasihat etmekle, doğruyu öğretmekle sorumlu olan sözde alimler ve hocalar, bu ülkeyi hem de ısrarla “İslam ülkesi” ilan etsin…


İslam’ı bir siyasi parti, hizmeti ve nasihati parti teşkilatlarında havalı el kol hareketleri ile, kameralar karşısında coşmuş egoları ile nutuk atmak zan etsinler… Atı alan ve Müslümanları mağlup eden gavurlar Üsküdar’ı geçeli iki asır olsun, o sözde İslam ülkesinde kimsenin bir rahatsızlığı olmasın…

Böyle bir İslam ülkesi düşünemiyorsunuz değil mi?


O halde en azından böyle bir Türkiye’ye İslam ülkesi diyen okumuş cahilleri, sözde hocaları gözünüzden düşürün. Dünya ve ahiret saadetiniz için onların peşlerine takılmayın. İslam’ı şahsi egolarını tatmin, şöhret hırslarını tatmin için malzeme yapan Diyanet mensubu ya da Diyanet harici hiçbir şeref yoksununa, samimiyetsiz sefile, videolarını, video kanallarını, sosyal medya sayfalarını takip ederek destek vermeyin.

Resim: Sözde İslam ülkesi Türkiye’nin, “Vergi rekortmeni” madalyası taktığı, kadın satıcısı Matild Manukyan… “Ben namusumla kadın satıyorum” sözü ile meşhurdur.

ben namusumla kadın satıyorum matild manukyan


Mehmet Fahri Sertkaya|Akademi Dergisi

Duydunuz mu, Mehmet Kırkıncı “Türkiye İslam devletidir.” demiş?



NİYE BUNLAR HEP BÖYLE?

Sözde alim ve sözde Bediüzzaman Said-i Nursi’nin, kendi gibi sözde alim talebelerinden biri olan, bu güne kadar pek çok ilmi meselede kendini alim sınıfına koyarak yazdıkları ile yüzlerce pot kırmış olan Mehmet KırkıncıDar’ül Harb meselesine dair de bir kitapçık neşretmiş uzun yıllar önce…

İlimden ve ilim adamı ciddiyetinden uzak bir şekilde, “Türkiye’de bu kadar müslüman var. Bu kadar cami var. İmam var. Müftü var. Türkiye hiç dar’ül harp olur mu?” mesajı vermiş durmuş sık tekrarlarla… Almanya’da ya da Fransa ve İngiltere’de de çok sayıda müslüman var. Camileri var, imamları var, müftüleri var. Cemaatleri ve tarikatları var. Tesettürlü olarak ya da sakallı olarak devlet dairelerinde çalışma hakları var. Hatta İngiltere’de taraflardan ikisi de müslüman olursa şeriat kanunlarına göre yargılanma hakları bile var. O zaman bu ülkeler de dar’ül İslam mı? Elbette değil… 

Ya da Kırkıncı’nın iddia ettiği gibi Türkiye halkının yüzde doksan dokuzu gerçekten müslüman mı? Öyle ise Avrupalıdan daha fazla gâvurluk yapan milyonlarca insan Türkiye’deki Yunanistan vatandaşları mı? Bunlar T.C. kimliğine sahip değiller mi? Bu kadar küfre, şirke, günaha, isyana, çıplaklığa, ticari ahlaksızlığa, üçkağıda, dolandırıcılığa, tecavüze, hırsızlığa, zulme, haksız yere cana kıymalara, tecavüzlere, bu derece tavan yapmış rezilliğe yüzde doksan dokuzu müslüman bir ülkede denk geliyorsak, ya bu haberlerin hepsi yalan ya da Kırkıncı bir hayal aleminde yaşıyor. Türkiye’nin muhafazakar olduğu iddia edilen bölgelerindeki sokakları ve caddeleri bile görmüyor mu? Her sokaktaki onca kumar bayilerini, içki büfelerini, güzellik salonlarını, güzellik salonu görünümlü fuhuş yuvalarını da mı görmüyor? Şu televizyon kanallarının halini, şu internetin halini de mi görmüyor? Katolik misyonerler tarafından ellerine verilen ve Kur’an-ı Kerim’in bile önüne koydukları risale denilen zırvalara bu kadar kafasını gömünce bir insan, bu kadar mı gerçeklerden ve gerçek hayattan uzaklaşabiliyor? Belli ki gerçek hayattan bu kadar uzak ve bir karakolda görev yapan bir tek müslüman polis memurundan bile kolayca öğrenebileceği vahim gerçekleri bile bilmiyor. Ya da daha kötü bir ihtimal var, her şeyi biliyor, her şeyin farkında ama böyle hareket etmek, gerçekleri görmemek işine geliyor. 

Büyük büyük mücadeleler ile bu ülkede Dinler Arası Diyalog adı altında yapılan “ortak din” ve “misyonerlik” planlarına mani olabilmeyi başardıktan sonra, artık diyalogla yatıp diyalogla kalkmadığımız günlere çıkmanın şükrünü eda etmek isterken, bu başarıda zerre kadar katkısı olmayan Kırkıncı’nın, bir de üstüne çıkıp da Fethullah Gülen’e medhiyeler düzen ve diyalog adı ile maskelenen misyonerlik faaliyetlerine destek olan açıklamalarını duymuş olmamız da “gerçekleri çok net görüyor ama sıkıntı etmiyor.” şüphemizi artırıyor. 

Ya da, ibneliği, seviciliği, transeksüelliği, zinayı, evlilerin zinasını, misyonerliği, domuz etini dahil türlü melaneti serbest bırakmış bir partiyi ve liderini, türlü yalan dolanları da, vurgunları da, ihanetleri de ispatları ile meydana serildikten sonra bile destekleyen açıklamalar yapması da “gerçekleri çok net görüyor ama sıkıntı etmiyor.” ihtimalini güçlendirmiyor mu?

Peki, bu kadar “sıkıntısız” bir sözde alimi, samimi müslümanların sıkıntı etmesi, kafaya takması gerekiyor mu? Hangi meselede, nasıl bir kanaat arz ettiğinin bir önemi kalıyor mu?

Bir ülkenin İslam ülkesi olup olmadığına hükmedilir iken, kendini alim zan eden böylesi acayip kişiliklerin yaptığı gibi, ülkenin ne kadarının Müslüman olduğuna bakılmaz. İslam şeriatı ile idare edilip edilmediğine bakılır. 

Onun da baktığı ama işine geldiği gibi anlayıp aktardığı muteber kaynaklara, samimi ve Allah’tan korkan bir mü’min gözü ile bakalım: Bir yerde İslam ahkamı tatbik edilmedi mi orası kendiliğinden dar’ul harb olur mu?  Orada nüfusun ne kadarının müslüman olup olmadığına bakılır mı?

– İbn-i Hummam (rh.a.) “Hicretten önce Mekke dar’uş şirk idi.” (Feth’ul Kadir C.6 Sh. 178)

– Alleme Alüsi (rh.a.) “Fetih den önce Mekke Dar’ul Harb idi.” (Ruhul Meani C. 21 Sh. 18)

– İmam-ı Serahsi (Rh.a.) de “Mekke bir dar’uş şirk idi. Çünkü Mekke’nin içerisinde İslam ahkamı icra edilmiyordu. “ (El-Mebsut C.14 Sh.18) 

demektedirler.

 “BİR YERDE MÜSLÜMANLAR VARSA ORAYA DAR’UL HARB DENMEZ” diyenlere deriz ki; İmam-ı Serahsi , Alüsi , İbn-i Hummam “Mekke fetihten önce Dar’ul Harb idi” dedikleri zaman onlar da biliyordu ki o gün Hz. Muhammed (s.a.v) de Mekke’de idi. Fakat İslam hakim değildi de ondan dar’ul harb oluyordu. Bu nedenle içerisinde İslam ahkamı icra edilmeyen bir yerde nüfusun %99’u müslüman bile olsa, orası yine de İslam devleti olmaz. 

Bu arada, altı yıldır, Risale-i Nur denilen paçavraların gayri ilmi, gayri islami, gayri ciddi, art niyetli, misyonerlik maksatlı yazılmış zırvalar olduğunu, ortaya ciddi ispatlar koyarak kaleme alıyor, Mehmet Kırkıncı gibi sözde alim ve sözde İslami önder kişilerden, bu iddialarımıza cevaplar vermesini bekliyoruz. Ara ara kendilerine açık mektup şeklinde kaleme aldığımız yayınlarımız bile olmasına rağmen, cemaatine mensup sade müslüman kardeşlerimiz bile bize ulaşmasına rağmen, Mehmet Kırkıncı ve benzerleri neden böylesine derin bir sessizlik içindeler?

Mehmet Fahri Sertkaya|Akademi Dergisi