Etiket arşivi: Adıtürk

Şaşıran var mı?


Çoktan haber verdim Altılı çetenin dağılacağını. O çeteyi işlemez hale getirdiğimizi…
Uzatmaları bile çok uzattılar, bu günlere kadar milleti iyi oyaladılar. Onların hiçbirinden bir şey olmaz. Hepsi gizli Ermeni, hepsi vatan haini, hepsi kara paracı, hepsi insan şeytanı… Hepsi de çoktan ifşa olmuş ve hareket sahası bulamaz vaziyette…

Toplanıp alınacaklar, yargılanıp asılacaklar. Bazıları için yargılanmadan sıkılma ihtimali de var.

Tekrar ediyorum. Türkiye’de seçim olmayacak. Yapmak için şartlar çok zorlansa bile netice alınamayacak. Türkiye’de siyasi partiler kalmayacak. Alternatif siyasi partiler de kurulmayacak. Demokratik cumhuriyet rejimi uygulamadan kaldırılacak. İngiltere, İsrail, ABD başta olmak üzere, bu rejim sayesinde Türkiye’de at koşturmuş olan bütün düşman taraflara set çekilmiş olacak.

Hepsini aynı merkez yönlendiriyor. Hepsi de aynı yerden, İngiltere kraliyetinden emirler alıyor. Hepsi de AKPKK’yi daha fazla iktidarda tutabilmek ve Türkiye’yi o ülkelere “direniş olmadan” teslim edebilmek için mücadele ediyor. Kavgaları bile gerçek değil, danışıklı ve kısmi…

Hepsi de tabanlarını kandırıyor, oyalıyor. Hepsinin parti teşkilatları gizli kimlikli vatan hainleriyle, kara paracılarla dolu.

En büyük kalkanları da Adıtürk… O da ellerinden çoktan alındı ve şimdi kalkansız, savunmasız, ifşa olmuş vaziyette göz önündeler. Sistem bunları kendi hallerine bıraksa, hepsi de önce kendini kurtarmanın, bu ülkeden kaçmanın yollarına bakacak.

Oyalanıp dursunlar. Hiç vakit kaybetmeye gerek yok.

Milyonla insan topluca öldürüldü, hala milyonlarcası kasten ölüme terk ediliyor. Ortada devlet yok ve devletin imkanları hala kasten geri tutuluyor ve onların derdi başka… Sözün bittiği yerdeler.

Mehmet Fahri Sertkaya | Akademi Dergisi

Kemal Kılıçdaroğlu ölmüş ve cehenneme gitmiş…


Zebanilerin karşısında, kan ter içinde, korkudan titreye titreye cehennemin giriş bölümünde dururken, arkasında saatlerle dolu çok büyük bir kapı görmüş ve sormuş:

– Buuu, bu saatler ne böyle?
Zebaniler cevap vermişler:
– Bunlar yalan saatleri. Dünya hayatindaki herkesin bir yalan saati vardır. Kişi her yalan söyleyişinde saatteki ibre hareket eder.


Kemal:

– Yaaa, öyle ise şu kimin saati?
– O Adıtürk’ün saati… Dünya hayatında iken her gün yüzlerce kere ibresi oynadı.
-İnanılmaz, demiş Kemal, Ya şu kimin saati?
Zebaniler cevap vermiş:
– O ismet İnönü’nün saati. Dünya hayatında iken onun ibresi her gün onlarca kere hareket ederdi.
En sonunda Kamal dayanamamış ve sormuş:
– Çok merak ediyorum, benim saatim nerede?
– Siyasi hayatın boyunca danışıklı dövüştüğün Tayyip’in burada çok özel bir yeri var. Bütün şartları en ince detaylarına kadar adaletle ve hususiyetle hazırlandı. Orada bir dakika durabilmek bile mümkün değil ama senin yalan saatinin yanında durmasını istedi. Biz de kabul ettik. Vantilatör olarak kullanıyor. Sormadın ama söyleyelim, yanında bir de Devlet Bahçeli ile Deniz Baykal’ın yalan saatleri var. Onlardan da faydalanmaya çabalıyor. Biz dahi zaruret olmadıkça oraya girmiyoruz.

Mehmet Fahri Sertkaya | Akademi Dergisi

Bunlar da öyle yazıp duruyorlar işte…


The Economist’e, yanına tarihi vesikalar ve türlü deliller koya koya, bir kamyon dolusu laf anlatmak lazım ama zaten biliyorlar anlatacaklarımızı ve bilerek yapıyorlar bu alçakça davranışlarını…

Türkiye, daha Osmanlı sisteminin/rejiminin son zamanlarında iken bile, gizli Ermeni ve Yahudi hainler tarafından diktatörlük ayarına geçirilmişti. Ülkeyi görünürdeki padişahlar değil, söz konusu hainler diktatörlükle, keyfilikle ve acımasızlıkla idare eder olmuştu. Uygulamalar tam bir diktatörlük uygulamaları idi.

Bu hainler, Osmanlı sistemini yıkarak güya cumhuriyet rejimini kurdular, Londra’nın talimatları gereği… Girilen son harplerde askerlerimizi düşmanlarımıza kırdırarak ve özetle anlatması bile aylarca sürecek ihanetleri organize şekilde yaparak… Bu sırada beyin takımından olan Türklere su-i kastlar da yaparak… Sözde cumhuriyet rejimi, Osmanlının son devrindeki diktatörlükten çok ama çok çok daha yüksek/şiddetli bir diktatörlükle tesis edildi. Daha tesis edilme ve ilan edilme kısmında bile saymakla bitmez diktatörce uygulama var.

Hususiyle ilk 15 yıl içinde, Sabetaycı gizli Yahudi Adıtürk piyonu üzerinden sergilenen İngiliz diktatörlüğü, dünyada nadir görülmüş seviyedeydi. Sonrasında gizli Ermeni İsmet İnönü üzerinden sergilenen/uygulanan diktatörlük de öncekinin çok altında değildi.

İsmet’ten sonra da sözde cumhuriyet rejimi uygulamada olan Türkiye, hiçbir zaman diktatörlükten kurtulamadı. Çünkü Türkiye, hiçbir zaman Londra piyonu gizli Ermeni ve Yahudi hainlerden kurtulamadı. Hep danışıklı ya da yarı danışıklı mücadeleler neticesinde, biri yıkılsa da diktatörün diğeri iktidar oldu. Sık sık da kripto kimlikli ve diktatör TSK subayları da askeri müdahaleler yaptılar.

Türkiye’nin gerçekten cumhuriyet ya da demokratik cumhuriyet rejimi ile idare edildiği bir gün değil, bir saat bile yok…

Diktatör Tayyip’e de dense dense “son diktatör” denilebilir. Hem şu ana kadar gelmiş diktatörlerin an itibariyle sonuncusu olduğu için “son diktatör” denilebilir… Hem de artık Londra’ya çalışan hain siyasetçilerin danışıklı dövüşlü ihanet ve sömürge sistemleri ifşa olup çöktüğü ve cumhuriyet dedikleri ihanet ve diktatörlük rejimi çöktüğü için de “son diktatör” denilebilir.

Bütün bunları ve çok daha fazlasını, emin olabilirsiniz ki The Economist’tekiler de biliyorlar.

Mesela kılık kıyafet kanunu, cumhuriyet ve demokrasiye uygun bir uygulama mıdır, yoksa diktatörlüklerde görülecek bir uygulama mıdır?

Mesela, baş şehrin Ankara olmasını kime sordular? Bunu halk mı istedi? Halk buna razı mıydı? Cumhurun tercihi miydi bu? Değilse kimin tercihiydi?

Alfabenin değiştirilmesini ve üstelik yıkıcı seviyede bir hızla, doğru düzgün bir geçiş süreci bile olmadan değiştirilmesi, cumhurun tercihi miydi?

Böyle bir uygulama cumhuriyet rejimlerinde mi diktatörlüklerde mi görülür?

Mesela Agop Martayan Dilaçar, Türk milletine hizmet etme sevdasında bir Ermeni miydi?

Yoksa sözde cumhuriyet rejimi kuran, aslında Londra adına bir vesayet diktatörlüğü kuran gizli Ermeni ve Yahudi hainlerin, diktatörlerin emrinde miydi?

Dilaçar’ın ne olduğu baştan belliydi ve Osmanlı idam etmek istemişti Dilaçar hainini… Onu cumhuriyet, hürriyet, demokrasi, eşitlik naraları ile ipten alanlar bile daha sonra sözde cumhuriyet rejimi kuran hainlerin, diktatörlerin adamlarıydı…

Paranın para olduğu zamanlarda, görünürde 175 milyon doları, gerçekte kim bilir ne kadar doları, babasının hayrına mı veriyordu Rockefeller ailesi?

Bu aile gerçek cumhuriyetçileri mi desteklemiş tarihi boyunca, yoksa hainleri ve diktatörleri maşa olarak mı kullanmış dünyanın türlü yerlerinde?

Bunlar gerçekten yardım, destek midir, yoksa göstere göstere din, devlet ve hürriyet işlerine müdahale midir?

Böyle müdahalelere açık hatta bu müdahaleleri faydalı bir iş gibi gösteren bir cumhuriyet rejimi olabilir mi?

O halde sözde cumhuriyeti ve lanetli Kemalizm rejimini, Rockefeller ailesi mi kurmuş?

Rockefeller ailesi mensupları satanist Yahudi ve mason kişiler değil mi? İblis’e tapan kişiler değil mi? Bu güne kadar yaptıkları işler/pislikler hep gözler önünde değil mi?

Ermenistan denilen suni devletin mensuplarının kendisiyle gurur duyduğu gizli Ermeni İsmet İnönü, o büyük diktatör İsmet İnönün, hayatta olsaydı da sorsaydık binlerce kazık soruyu o haine…

Sorsaydık diktatörce tarzdaki binlerce eylem ve söyleminin hesabını…

Türklüğe ve müslümanlığa dair her ne şey varsa tamamını en kısa sürede ve diktatörce ve vahşice uygulamarla yok etmek istediler…

Sonra yeni ve hain rejimde her şeyi Yahudilere, Hristiyanlara göre ayarladılar. Daha doğrusu, onun da arka planında aslında satanizme göre ayarladılar. İblis’in tercihlerine göre programladılar.

Bütün bunları da güya Türk ve müslüman görünerek yaptılar.

Hepsini de Londra’nın sevk ve idaresinde yaptılar. Yoksa bu diktatörlerin, gözlerinin önünü görecek kadar, düz yolda yürüyebilecek kadar akılları, mantıkları, bilgileri, eğitimleri, cesaretleri yoktu.

Kanunları bile Yahudilere yazdırdılar. Üniversiteleri bile onlara kurdurdular. Hala Türkiye’nin basınında, medyasında, üniversitelerinde ve hatta sosyal medyasında bile gerçek Türklere yer vermiyorlar.

Şu diktatör Kamal, adadaki o meşhur Rum yetimhanesi denilen yere gider, bebeklerin bile vahşice İblis’e kurban edildiği satanist ayinlerine katılırdı.

Şimdi Kanada’da sözde kiliselerin bahçelerinde binlerce çocuk cesedi bulunuyor da şu İstanbul’un adalarını bir kazsınlar bakalım neler bulunacak.

Bunun gibi onlarca var ve on seneden fazla süredir bu sarsıcı gerçekleri önce Türkiye’ye sonra dünyaya duyurdum ve yaydım.

Tarihçileri de gık bile diyemediler… Onca sene sonra güya Adıtürk’e hakaretten yargılandım, iki kelime bile ettirmediler. Yayınlarımın zaten kendileri delil ve savunma niteliğinde… Hukuka göre de tarih ilmine göre de meseleyi dakikalar içinde netleştirip kapatıyor ama ne yayınları kaale aldılar, ne bilirkişiye gönderdiler. Ne savunma hakkı verdiler. Ne gerekçeli bir karar yazabildiler. Yine de en üst seviyenin de üstünde cezalar yağdırdılar. Çünkü sicilim tertemizdi ve ceza kısmında da hukuk dışına çıkmasalar, içeri girmezdim. Talimat verdikleri gizli Ermeni ve Yahudi savcılar ve hakimler üzerinden güya beni yargılayıp cezalar yağdırdılar. Gençliğimi harcadılar… İtibarıma, saygınlığıma her türlü saldırıyı yaptılar. Her türlü maddi sıkıntıların içine sürüklediler. Ben pes etmedikçe onlar peş peşe haddi aşmaya, zorbalaşmaya, diktatörlüğe devam ettiler.

Bu mu cumhuriyet? Bu mu demokrasi? Bu mu çağdaşlık? Bu mu bilimsellik? Bu mu fikir ve ifade hürriyeti?

Bundan bin beterini işte sözde cumhuriyeti kurararken yaptılar. O vakit bu kadar uğraşmıyorlar, keyfilerince ve yargılamadan asıyorlardı. Astıkları masum Türk/Müslüman sayısını kendileri bile bilmiyorlar.

Cumhuriyet gelmişmiş… Kimin cumhuriyeti, Londra’nın cumhuriyeti mi gelmiş? Satanistlerin cumhuriyeti mi? Gizli Ermeni ve Yahudi hainlerin cumhuriyeti mi?

Londra piyonları… Şimdikilerin dedeleri, ataları…

Öyle aşağılık diktatörler ve aslında İngiliz piyonları idi ki bunlar… Devletten sayılmaz Yunan’ın karşısında bile eğiliyorlardı. Londra talimatı veriyordu, burnumuzun dibindeki adalarımızı bile Yunan’a keyifle bırakıyorlardı.

Sonra Türk milleti olarak biz bunların imzaları olan sözde antlaşmaları, sözleşmeleri dikkate almak, uygulamak zorundayız, öyle mi…

Yok öyle bir dünya ve öyle bir Türkiye…

Yunanistan diye bir devlet de yok ve orası bile dört yüz sene idaremiz altında kalmış topraklarımız. Adalar ise işgal altındaki adalarımız… Bu işte Yunan tarafı da piyon, işgal altında tutanlar satanist İngilizler…

Ülkemizi kendilerine çalışan gizli Ermeni ve Yahudi hainlerin eline bırakmak… Onlar üzerinden işgali örtülü şekilde devam ettirmek için çekip gittiler…

Sözde cumhuriyet rejiminin de bu süre zarfında imzalanan hiçbir resmi evrakın ve çıkartılan kanunun da hukuki geçerliliği yok… İngiltere adına ülkemizde işgal valiliği yapanların imzaları ve çıkarttığı kanunlar onlar… Zaten sözde seçimlerin ve referandumların hiç geçerlilikleri yok. Rejim meşru/geçerli sayılabilecek olsaydı bile seçimlerin ve referandumların yine de geçerlilikleri yok. Çünkü ilan edilmiş kanunlara uygunlukları yok. Hileler de ayrıca çok…

O işgal valisi Harrington, Adıtürk ile çok ortak mesai yaptı, çok…

The Economist, hangi diktatörden bahsediyor? Şimdi çıksın, önce Türkiye’ye cumhuriyet ve demokrasi geldiğini ispat etsin, edebiliyorsa… Edemiyorsa, çıksın özür dilesin. “Türkiye’yi böyle bilmiyorduk, yeni öğrendik” desin. Hem de kapaktan versin… Eğer gerçekten hukuka, bilime, tarihe, insan haklarına saygılı gerçek bir yayın kuruluşu ise…

The Economist de biliyor, yeni Türkiye’nin ilk ama tek olmayan diktatörünün kim olduğunu… Dünyadaki o meşhur, o önde gelen yayın kuruluşları da biliyorlar.

Bunlar, evet bu sözde yayın kuruluşları, aslında gizli servislerin yayın organları… Hükumetlerinin de dahil olduğu bir milletler arası teşkilat ile, hala Türk milletini sömürge millet ayarında tutmak için hamleler yapıyorlar.

Yaptıkları haber değil, yorum değil, tarih değil, ilim değil, hukuka uygun değil, insanca bir faaliyet de değil…

Abdullah Gül’e de verdiler… Yanına ve emrine de altılı bir çete verdiler.

Şimdi güya seçim yapılacak… İktidarda kendi adamları var, muhalefette yine kendilerine çalışan başka bir grup/çete var.

Hepsinin ortak özelliği ise kripto kimlikli olmaları… Terör işlerinde ve kara para işlerinde olmaları… Türkiye’de Türklüğü ve müslümanlığı daha da yok etmek sevdasında olmaları ve bunu Türk/müslüman rolü oynayarak yapmaları…

İşte Anayasa belli, açık hüküm var ama güya muhalifler, bundan bile rahatsız değiller. Bu kartı bile kullanmıyorlar. Neden, Londra’nın talimatları gereği…

Gıyaben bile vatana/millete ihanetle yargılanmaları, attıkları bütün imzalar arasından, aleyhimize olanların tamamının hükümsüz/geçersiz olduklarının ilan edilmesi ve hakkımız olan her şeyin geri alınabilmesi için mücadele verilmesi gerekiyor.

Lakin… Şu anda gayr-i meşru şekilde Türkiye’yi idare eden hain Ankara hükumetinin bunları yapmasını bir kenara koyduk… Bütün şartları ayarladığım halde, üstelik aylardır Yunanistanla restleştiği halde, Yunanistan’a askeri sefer yapmıyor… Oynadıkları danışıklı dövüşü tam yerinde ve zamanında bozdum, “haydi” dedim ve anında sessizliğe gömüldüler. Birkaç gün sonra da “Bizim Yunanla bir sorunumuz” yok diye defalarca tekrarla açıklamalar yaptılar. Bunların Adıtürk’ten, İsmet’ten farkları varmı?

Buna da cumhuriyet, demokrasi, hürriyet, seçimler, TBMM, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve bilmem ne diyoruz öyle mi? Haydi oradan…

Şu izahlardan sonra, bu gerçeklerin aleyhine tek cümle eden kişinin, ilk önce gerçek kimliği ve bağlantıları soruşturulmalı. Bu da dergilerin, yayın organlarının değil MİT’in, kolluğun, adalet sisteminin vazifesi…

Türkiye’de cumhuriyet rejimi de yok, gerçek bir hürriyet de yok. Bir seçim yapılacağı da yok, yapılsa meşruiyeti de yok. Ankara hükumetinin ve en başta o Tayyip’in emirlerinin ve imzalarının hiçbirinin hükmü/geçerliliği de yok. İtaat edenler, suç işliyorlar. Bunların emrindeki savcılara, hakimlere itaat edenler de suç işliyorlar.

Aslında meşruiyeti olmayan sözde bir anayasa var ama ona da uyulmuyor. Mevcut anayasaya rağmen, 14 Mayıs’ta sözde seçim yapılacakmış ve meşru imiş, hiç sorun yokmuş gibi haber ve yorum yapanlar bile suç işliyorlar. Üstelik bu ağır suçu, idamlık suçu, basın yolu ile işleyerek cezalarını daha da ağırlaştırıyorlar.

Sonunda o abideyi de kendilerinden bir omurgasız kripto kimlikliye çizdirdiler ve masonik bir abide olarak oraya haince sapladılar.

Ne alakası var o anıtın Türklükle, müslümanlıkla ve orada Allah için, din için, vatan için, namus için can veren yüz binle şehidimizle? Nereden, nasıl bir bağı ve mesajı var?

Bu işgal nasıl kalkmıştır ve bu nasıl bir hürriyet ve cumhuriyetttir ki halkın istemediği her şey yapılmış, istediği hiçbir şey yapılmamış ve işgal ordularının yapamayacağı uygulamalar bile yapılmış…

Şimdi manzara daha da vahim…
Hepsi aynı alfabenin harfleri, hepsi aslında aynı parti… Ya da aynı suç, terör ve ihanet örgütü… Aralarında temel meselelerde ayrışma yok, detaylarda kavgalılar sadece. Temel esasları Türk, Türkiye ve İslam düşmanlığı… Kara para ve terör işleri…
İnsan ve organ kaçakçılığı v.s….

İnanmıyorsanız, mafya anası Meral Ana’ya, kameralar karşısında bir anda sorarsınız. İnkar ederse, ben gerekenleri hemen yapar, ispatlarım.

Neden? Neye müteşekkirler?
Filistin cephesinde komutan iken yaptığı ihanetlere mi?
Kadim topraklarımızda İsrail denilen sözde bir devletin kurulmasındaki katkısına mı? Türkiye’de Türklüğün ve müslümanlığın kökünü kazıma hususundaki gayretlerine mi?
Yahudilere ve Ermenilere Türkçe isimler ve soyisimler vererek her yere yerleştirmesine mi? Daha saymakla bitmez ihanetlerine mi müteşekkirler?

Mehmet Fahri Sertkaya | Akademi Dergisi

Çok büyük kripto hainlerden birisi: Safiye Soyman

(Bu yayın, Mehmet Fahri Sertkaya’nın sosyal medya uygulamasında bir takipçisi ile yazışmasının tek taraflı olarak yayınlanmış halidir)

Akademi Dergisi takipçisi: – Hocam safiye soyman kimdir babasının müezzin oldgu nu söylüyor üstelik bir çok akrabasını tanıyorum

Mehmet Fahri Sertkaya: Şimdi, Safiye Soyman kripto hainlerden biri. Bu gibilerin babaları, anaları, dedeleri hakkında söylediklerinin çoğu doğru. Çünkü bunların anneleri, babaları, dedeleri, büyük dedeleri de gerçek kimliklerini, inançlarını, maksatlarını gizleyerek organize şekilde ihanet eden vatan hainleriydi. İngiltere’ye çalışan, Türklere ihanet eden, Türkleri sömüren, Türkleri asimile eden pisliklerdi.

Daha o zamanlardan her yere sızmışlardı. Osmanlı’nın son üç asrı içinde devlet sistemi içinde tıka basa kriptolar doluydu. Aralarından şeyhülislamlık makamına getirilenler bile çoktu.

Elmalılı Hamdi Yazır da kriptoydu. Okan Kaan Bayülgen isimli ahlak ve namus tanımaz vatan haini, ifşa olunca “Benim dedem İslam alimiydi” dedi. Görünürde öyleydi, hakikatte öyle değildi. Dedesi de kendisi gibiydi. Yoksa ona o devirde hocalık, alimlik yapmak şöyle dursun, iki satır risale bile yazdırmazlardı. İçeri atmakla da uğraşmazlardı. Öldürür, bir kenara atarlardı. Öldürene kimse de hesap soramazdı. Mecliste bile sorun çıkartan vekillere açıkça sıkıp öldürüyorlardı. Yine o Afyon Ermenisi Ali Çetinka’ya da tetikçiydi. Uzun mevzu… Böyle idiler çünkü Osmanlının son zamanında ve Cumhuriyet denilen İngiliz dayatması rejimin kurulduğu zamanlarda, bu kriptolar en güçlü oldukları zamanı yaşıyorlardı.

Türkleri her cephede düşmanın önüne çoktan sürmüşlerdi, erkeklerinin sayısını kasten azaltmışlardı. Büyük oyunlar, ihanetler, hileler sonrasında meydanı boş bulmuşlardı.

Ateşe Koşanlar isimli şu kitabı, ceza evinde elime geçince okumuştum. Hiç yorumlara girmemiş ve yaşananları sırasıyla anlatmış.

Askerlerimizin nasıl da olmayacak şartlarda düşman ateşine koşturulduğunu, kasten kırıldığını anlamak için şu kitapçık bile yeterli

Orada geçen tarihi bilgilerde, söz konusu cephelerde yaşananlar da aktarılıyor

Emre itaat etmeyen ve askerlerini o şartlarda düşman ateşine karşı koşturmayan, hücuma kaldırmayan gerçek Türk subaylarının istifa ettikleri, yoruma girilmeden aktarılıyor.

Mesela, Adıtürk deyip baş tacı ettikleri hainin, sonradan komutan yapıldığı Anafartalar da anlatılıyor. Oranın komutanı, emirlere direnmiş, asker zaten yorgun ve maddi imkansızlıklar var, o şartlarda hücuma kaldırmamış. Sonu felaket olur diye… Doğru olanı yapmış. Onu oradan istifa ettirip yerine de Kamal Adıtürk’lerini getirmişler. Yine ateşe koşturmuşlar ve kırdırmışlar. Sonra yazmış “Az sonra öleceklerini bildikleri halde korkmadan koşuyorlardı” mealinde… Düşman toplarının menziline, askerlerimizi sevk edip durmuşlar. Öyle kahramanca savaşmış ki atalarımız, emir demiri kesmiş, yanlarında top isabetiyle yüzlerce parçaya ayrılan asker arkadaşlarını gördükleri halde bile, vatan demişler, o cepheleri terk etmemişler. Komutanlarının tamamına yakınının gizli Ermeniler ve gizli Yahudiler olduğunu hiç bilememişler.

En tepedeki komutan da Alman Limon Von Sanders. Özeti şu ki “Hala nerede Türk kaldı, şunların soyunu kurutamadık mı” diye milletler arası bir sistem, onlarca sene işlemiş, içimizdeki gizli Ermeniler ve Yahudiler de bu ihanetlerin ve katliamların hepsinde aktif ve gönüllü olarak faaliyet göstermişler.

O sıralarda, erkeksiz kalmış Türk/Müslüman köylerinde her şeytanlığı yapmaktan, her türlü tecavüzü yapmaktan, her türlü işkenceyi ve katliamı yapmaktan da geri durmamışlar. Türkler, bir kuvvet bulup da gerekli karşılığı verdiğinde, eşkıyayı ve haini imha etmeye kalktığında da güya adı Ermeni soykırımı olmuş.

Safiye Soyman ve benzerleri, işte bunların soylarının devamı olan kişiler. Babaları, dedeleri gibi İngiltere’ye çalışan hainler.

Mehmet Fahri Sertkaya | Akademi Dergisi

Toz gibi duruyor


İki gizli Ermeni yine çıkıp üfürmüşler… Yine her şeyi birbirine katmışlar, Kafaları milyon olmuş.

Yıllardır Akademi Dergisi’ni büyük dikkatle takip ediyorlar, çok konular bulup yayınlar yapıyorlar ama işlerine geldiği kadar… Müslümanlara yaramasın diye, işlerine gelmeyen yanları görmezden geliyorlar. Sonra ortaya bulama bir şeyler çıkıyor. İzleyenlerin, dinleyenlerin de kafaları yanıyor.

Bu büyük sorun yetmezmiş gibi, bir de ağır metafizik musallat altındalar. Lakin bütün bunlar bile şu videodaki kafaya ulaşmaya yetmez.

Başlıklar dikkatimi çekti diye tıkladım. Yine dakikalarım boşa gitti. Gizli Ermeni, MİT piyonu, vatan haini, çift kimlikli omurgasız Hüseyin Hakkı Kahveci’nin konuştuklarına zor odaklandım. Herifin kaşı, gözü, kafası, boynu, kolları, elleri, parmakları acayip oynuyor. İlkay Buharalı konuşurken, dinleyemiyor. Kendini durduramıyor. Sadece saniyeler içinde bile krize giriyor, kendini geri atıyor. İki yanağını hava ile şişiriyor. Gözleri tuhaflaşıp sağa sola kaçıyor. Bedeninin her yeri, kendi kontrolünün/iradesinin dışında hareket ediyor. Bir bedende birçok kişilik ve irade var.

Herhangi bir medeni ülkede korumalı bir klinikte koruma altına alınır ama burası Türkiye… Herif de malum ihanet odaklarının piyonu ve gizli Ermeni. Hal böyle olunca bunlar bir de başkalarına doğruları anlatan adamlar olarak meydanda dururlar. Seksen milyonluk ülkede bir tane düzgün Türk evladı yokmuş, anlatamazmış gibi…

Hayatı boyunca kopuk yaşamış, hep gerçekte olmadığı bir rolü, Türk rolünü oynamış. Samimi, içten olamamış. Çift kimlikle yaşamış. Sürekli yalanlar, palavralar, eğip bükmeler, endişeler, gerginlikler ile işini yapmış. Dolayısyla sürekli ağır psikolojik baskı altında yaşamış. Üstüne musallat… Lakin yine de bunlar, bir kişiyi bu kafaya ulaştırmaz. Bence işin içinde ottan tozdan bir şeyler de olmalı.

Şu programın her dakikasında mfs, mfs, Akademi Dergisi, yayınlar, müdahaleler, ayetlere ve hadislere yaptığı izahlar, peşinden dünya genelinde yaşananlar, Türkiye’de ve dünyada yaptıkları diye diye konuşacakları geliyor, yapamıyorlar. Çünkü mfs gerçek Türk, gerçek Müslüman… Mfs onlardan olsa yeni Adıtürk yaparlardı. Laf söyletmezlerdi.

Oyalanıp dursunlar. Zaten sayılı günleri var.

Mehmet Fahri Sertkaya | Akademi Dergisi