Kategori arşivi: SİYASET

Said-i Nursi(Said Okur)’nin Cevşen’in faziletine dair söylediği yazdığı sözler hiç bir kaynağı olmayan uydurma bilgilerdir

Said Nursî ve şakird’leri, Cevşenü’l-Kebîr veya Cevşenü’l-Sagîr’i tanıtırken, “Hazreti Peygamber Salla’llâhu Aleyhi ve sellem’e Cebrail Aleyhisselâm’ın vahiy ile getirdiği ve zırh’ı çıkar bunu oku dediği ve binbir Esmâ-i İlâhiye sarîhan ve zımnen işaret eden gâyet yüksek ve çok kıymettâr bir müncaat-ı Peygamberî’dir ki, Zeyne’l-Âbidîn (R.A.)’den tevâtürle rivâyet edilmiştir,” diyorlar.
Yukarıdaki ta’rif, “Allah tarafından bir melek (Cibril-ü Emîn) tarafından indirilen ve Peygamber’e okunan, “Vahy-i Metlû” (tilâvet olunan, okunan vahiy) ki, bu doğrudan Kur’ân’ın ta’rifidir. Yalnız bir şeyin tam ta’rifi, o şeyin “Efrâdını Câmi, Ağyarını Mâni,” olmalıdır. Nitekim, onu da tamamlıyorlar, “Zeyne’l-âbidîn tarafından tevâtürle rivâyet edilmiştir.” İşte, Kur’ân’ın tam ta’rifi… Ne var ki, Said Nursî ve şakird’ler, İslâmî ilimlere en azından bir mızraklı ilmihâl seviyesinde sahip olmadıklarından asgarî bir hadis usûlünde çakmışlardır. İslâmî ilimlere birazcık vukuf kesbedenler bilirler ki, tek bir kişinin rivâyet ettiği, tevâtür, meşhûr olmaz, ancak Haber-i Vâhid olur. Haber-i Vâhid ile rivayet edilenler, başka delillerle te’yid edilmemiş ise dâima şüpheyle karşılanır.

Kaldı ki, bütün Hadis Külliyatı arasında, “Hadis-i Cibrîl” gibi tevâtürle sabit olan hadis sayısı pek azdır, güvenilir kaynaklar, tevâtürle sâbit olan hadis sayısını 19 adet olarak vermişlerdir.
Tevâtürle sabit olan Hadis-i Şerif’leri inkâr etmek de tıpkı, “Vahy-i Metlû” olan, Âyet-i Kerimeleri inkâr etmek gibi küfrü muciptir.

Hâşâ! Sümme Hâşâ! Said Nursî ve şakird’lerin ifade ettikleri gibi, Cevşenü’l-Kebîr ta’rif ettikleri gibi, Cebrail Aleyhisselâm tarafından getirilmiş ve tevâtürle rivâyet edilmiş olsaydı, elbette Kur’ân’dan bir âyet-i Kerime olurdu.

Kur’ân-ı Kerim’deki âyet’lerden herhangi birisini âyet saymamak, hükmünü inkâr etmek nasıl küfür ise, Kur’ân’da olmayan, âyet niteliği taşımayan herhangi bir metni kutsallaştırmak, ona âyet hüküm vermek de küfürdür.

“Şüphesiz o (Kur’ân), çok şerefli bir Resûlün sözüdür.” (Resûl, elçi, Peygamber veya Cebrail vasıtasıyla tebliğ edildiğinden, “söz” Resûle (elçiye) nisbet edilmiştir.)

“Ve o, bir şâir sözü değildir. Ne de az iman ediyorsunuz?” “Bir kâhin sözü de değildir (o), ne de az düşünüyorsunuz!” “O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.” “Eğer (Peygamber) bize atfen ba’zı sözler uydurmuş olsaydı.” “Elbette Onu kıskıvrak yakalardık.” “Sonra onun can damarını koparırdık.” (Onu yaşatmazdık) “Hiç biriniz buna mâni olamazdınız.” “Doğrusu o (Kur’ân) takvâ sahipleri için bir nasîhattir (öğüttür)..” (Hâkka Sûresi 69/40-48)…

Doğrudan vahy’e muhatap, Peygamber hakkında, “Allah tarafından vahyedilmediği halde, kendiliğinden tek bir kelime bile uydurmuş olsaydı, onu kıskıvrak yakalar, can damarını koparır hayatına son verirdik” buyuruyor.

İYİ DE BU CEVŞEN NEME NE BİR ŞEYDİR?

Cevşen, Farsça asıllı olduğu kabul edilen Cevşen kelimesi sözcükte “bir tür zırh, savaş elbisesi” anlamına gelmektedir. Şîa kaynaklarınca, İmam Mûsâ el-Kâzım’dan i’tibâren, imamlar tarıkiyle Haz.Peygamber’e nisbet edilen yaklaşık 15 sahifelik bir metindir ki, bu metnin özeti, Said Nursî ve şakird’lerin de iddia ettiği gibi, “Uhud Muharebesinin kızıştığı ve üzerindeki zırh’ın kendisini fazlasıyla sıktığı bir sırada Haz.Peygamber, ellerini açarak Allah’a du’a etmiş, bunun üzerine sema’nın kapıları açılarak Cebrail gelmiş ve “Ey Muhammed! Rabb’in sana selâm ediyor ve üzerindeki zırhı çıkarıp bu du’ayı okumanı istiyor. Bu du’a hem sana hem de ümmetine zırh’tan daha sağlam bir emniyet sağlayacaktır.” demiştir.

Cevşen’le alakalı olarak, ehl-i Sünnet kaynaklarında, Ehl-i Sünnet’in Hadis Külliyatında, en sahih Hadis Külliyatı olarak kabul edilen, Altı Hadis Külliyatında (Kütüb-ü Sitte), herhangi bir rivâyet bulunmadığı gibi, genellikle mevzu kabul edilen, 19. asrın sonlarında ve 20. asrın başlarında yazılan, tergîp ve terhîp için (teşvik ve korkutmak için) yazılan me’vize kitaplarında bile (Ruviye), kimin rivayet ettiği, kimden rivâyet edildiği belli olmayan (rivâyet olunmuştur) tarzında yazılan kitaplarda bile bulunmayan, tamâmen bir Şîa palavrasıdır.

Ayrıca, Cevşen adıyla bir du’â’nın hiçbir ehl-i Sünnet kaynağında bulunmamasının yanında, Şiî hadis Külliyatının ana kaynağı kabul edilen, Kütüb-ü Erbaa’da da bulunmaması, sadece du’a mecmuaları gibi ikinci dereceden Şiî kaynaklarda mevcut olması da şâyan-ı dikkattir.

Kaldı ki, bizzat Said Nursî’nin kendisinin, Cevşen-i Kebir’in faziletleri ve Hazreti Peygamber’e nisbeti hakkında şüpheye düşen bir zata vermiş olduğu cevapta, genel olarak du’â’nın muhtevâsının güzelliğinden bahseder, fakat metnin kaynağı ve Hazreti Peygamber’e nisbeti hakkındaki suallere cevap verememiştir.

Diğer yandan, Cevşen-i Kebîr’in faziletiyle alakalı olarak nakledilenlere gelince, Allah’ın insanlara verdiği imkân ve kabiliyetler, ona bahşettiği haklar, yüklediği vazifeler karşısında, sadece bir du’a okumakla dünya ve âhiretteki bütün şerlerden (kötülüklerden) korunup saadete ermesi, İslâmiyet açısından, hattâ ve hattâ, bütün bâtıl inançlar açısından asla mümkün değildir. Ayrıca, her bölümünde sadece tevhidi vurgulayan ve yoğun kudsî duygularla örülmüş bulunan bir du’â’nın iman etmeyen, hele hele teslis akîdesine sâhip, müşrik Hıristiyanlar için ne anlamı vardır. (Teslis umdesine sahip, müşrik Hıristiyanlardan ba’zıları, ceplerinde Cevşen taşıdıklarını ve Cevşen okuduklarını açıklamışlardı.)

Yine Şîa palavralarına göre, Cebrail Aleyhisselâm Haz.Peygamber’den bu du’a’yı kâfirlere öğretmemesini, sadece mü’min ve takva sahibi kişilere (Said Nursi ve şakird’leri olmalıdır), ta’lim etmesini istemiştir. Fe Süphâne’l-Allah! Bu du’a, mü’min-kâfir herkesin kolayca vakıf olabileceği bir açıklıkta literatüre girmiştir. Böyle olunca, mü’minler ve takvâ sahibi olanların dışında kalan insanlar’dan gizli tutulması ne mümkün…

Bu du’â’ların muhtevası bakımından bir şeyler söylemek mümkün de değil, doğru da olmaz. Zirâ du’a’lardan herbiri Allah’ın isim ve sıfatlarından 10 tanesini ihtivâ eden uzunca du’a’lardır.

Müşkül olan, bu metinlere kudsiyet izafe edilmesi, bu du’â’lara çok büyük faziletler yüklenmesi, bu du’â’lar sâyesinde dünya’da ve âhirette çok büyük sıkıntılardan kurtuluş’a erişilmesi inancıdır. “Hazreti Cibril’in, Hazreti Peygamber’e Cevşen du’â’sının önemi ve faziletleri hakkında geniş bilgi verdiği kaydedilir. Buna göre, Allah, Cevşen-i Kebîr’i dünya’yı yaratmadan 50.000 yıl önce arş’ın direkleri üzerine yazmıştır. Bu du’â’yı okuyan veya yazılı olarak üzerinde bulunduran kimse, dünya’da her türlü belâ’dan, âfet, hastalık, yangın ve soygunlardan korunduğu gibi Allah ile kendisi arasında perde kalmaz ve bütün istekleri yerine getirilir. Cevşen-i Kebîr ile Allah’a münacatta bulunan kimseye Bedir şehid’leri derecesinde 900.000 şehid sevabı verilir. Bu du’â’yı kefeninin üzerine yazdıran mü’min ise azap görmez. Bunu okuyan kimse dört kitabı okumuş gibi sevap kazanır. Her harfi için kendisine iki ev ile iki zevce verilir; ayrıca insandan ve cinden bütün mü’minlerinki kadar sevap kazanır; aslâ cehenneme girmez.

Pes doğrusu! Sadece bu du’â’yı okumak insanları bütün ibâdetlerden, evrâd, ezkâr ve her nev’i mükellefiyetten müstağnî kılar…

Said Nursî, adına ister Cevşenü’l-Kebîr desin, isterse Cevşenü’l-Sağîr desin “bu du’â’yı ben tertip ettim” deseydi ya da şakird’ler “bu du’â’yı bizim üstadımız tertip etmiştir,” deselerdi, herhangi bir problem yoktu. Ancak, yukarıda ifade edildiği gibi, dünyevî ve uhrevî bütün belâ ve felâket’lerden, azap’tan kurtuluşu, Cenneti ve Cemalu’llâh’ı sadece bu du’â’ya bağlarsanız, bu du’â’lara kudsiyyet izafe ederseniz. İşte felâket buradadır.

Kaldı ki, du’â’ların Allah tarafından kabul edilip edilmemesi, okunan du’â’ların lafızları, ma’naları, uslubu ve tarzıyla değil, du’â edenlerin huşû’u, huzu’u, zühd-ü takvası, ihlas ve samîmiyetiyle yakından alakalıdır.

Hem sonra, Kur’ân-ı Kerim’de, Allah tarafından Sevgili Peygamber’imize vahyedilen du’â örnekleri vardır. Ayrıca, Peygamberlerden, Haz.Âdem’in, Hazreti Nuh’un, Hazret-i İbrahim’in, Hazret-i Eyyûb’un, Hazret-i Yunus’un Rabbilerinden telakkî ettikleri me’sur du’â’ları da vardır.
Ayrıca, Sevgili Peygamber’imizin sahîh rivâyetlerle bizlere ulaşan me’sûr du’â’ları da vardır. Ehl-i Sünnet Ulemâsı’nın, Turuk-u Âliye kutuplarının tertip ettikleri “Evrad-ı Ezkâr” dururken, Cevşeni, hâşâ, sümme hâşâ Kur’ân-ı Kerim’den de öne çıkarmak neyin nesidir?

Ehl-i Sünnet Uleması’nın, Turuk-u Âliye mensuplarının büyük bir dikkatle tevakkî ettikleri, bir Şîa uydurmasına ve palavrasına, Gümüşhânevî, Ahmed Ziyâeddin Efendi’nin ba’zı edi’yye ve ezkârı bir araya getirdiği, “Mecmuatü’l-Ahzab” adlı du’â risâlesine Cevşen’i de alması düşündürücüdür.
Said Nursî’nin ve şakird’lerin pek sevdiği bir ta’birle, “Ve Fîhi Nazar,”.. Buraya bakılması, buraya dikkat edilmesi gerekir, diyorum. Bakacağız….

Mustafa Akkoca
11 Haziran 2012
oncevatan.com.tr

Said-i Nursi de bağlıları da en temel İslami ilimlerden yoksunlar

SAİD NURSÎ’NİN RİSÂLE’LERİ ÜZERİNE UMÛMÎ BİR DEĞERLENDİRME

Risâle’lere umûmî olarak bakıldığında, eskilerin ta’biriyle sugrası, kübrâsı ve neticesi olmayan, şimdikilerin deyimiyle, başlangıç, gelişim ve sonucu olmayan, neyi, niçini, niye götürmeyen, niçin yazıldığı, kâri’lere neleri nasıl öğreteceği belli olmayan bir kısım tekrarlardan meydana getirilen, ciltlenmiş kağıt tomarlarından ibâret olduğu görülür.

Risâle’lerdeki usandırıcı tekrarlar atılmış olsa, 120, 130, 140 ve hattâ 150 civarında olduğu söylenen bu risâle’ler tek bir kitap halinde toplansa, ancak Merhûm Ömer Nasûhî Bilmen Hoca’mızın te’lifatı arasında bulunan, Büyük İslâm İlmihali kadar bile bir hacme sahip olmaz.

Usandırıcı tekrarlar dolaysiyle, bu risâle’lerden herhangi birisini sonuna dek okuyan, okuduğunu anlayan birisi olduğunu sanmıyorum. Ancak, Said Nursî şakird’leri gibi, ne okuduğunun farkında olmayan, okuduğunu anlamayan, bu risâle’leri sadece bir vird olarak okuyanlar sonuna kadar okuyabilirler.

Arap Edebiyatında belagat ve fesâhat incelenirken, “Haşiv” olarak değerlendirilen bıktırıcı bu tekrarlar; ziyâdesiyle hadsizlik bir cür’etle maalesef, şöyle savunuluyor. “TENBİH: Risâle-i Nûr, Kur’ân’ın ve Kur’ân’dan çıkan bürhânî bir tefsir olduğundan, Kur’ân’ın, nükteli, hikmetli, lüzumlu, usandırmayan tekraratı gibi (Hâşâ, Sümme Hâşâ) onun da lüzumlu, hikmetli, belki zarûrî maslahatlı tekraratı vardır. Hem Risâle-i Nûr, zevk ve şevk ile dillerde usandırmayan, dâima tekrar edilen Kelime-i Tevhîd’in delilleri olmasından, zarûrî tekraratı kusur değil; usandırmaz ve usandırmamalı..” (Şualar, Temmuz 2009 İstanbul Baskısı, Sahife 70 Hâşiye)

Risâle’leri, hâşâ Kur’ân ile mukâyese etmeye, Kur’ân-ı Kerim’deki gerçekten insan idrakinin fevkinde nükteli, hikmetli tekrarlarla, mühasıran, acz’in, kabiliyetsizliğin bir sonucu olarak, ortaya çıkan usandırıcı, bıktırıcı haşivleri mukayese etmeye kalkmak, aslında cür’etkârlıktan da öte bir şeydir. Fakat, burada o sıfatları telaffuz etmeye biz cür’et edemedik.

Uzmanı tarafından, tıpta “disleksi” diye bilinen öğrenme bozukluğu ki, -zeki bile olsalar, öğrenme bozukluğu olanlar, bilhassa, yazılı ifade konusunda hiç başarılı olamayanlar için konulan bir teşhis – ile yazma özürlü birisi tarafından yazıldığı, te’lif edildiği iddia olunan risâle’leri Allah’ın Kelâmı, Kur’ân-ı Kerim’le mukayese etmeye kalkışmak, cür’etin, disleksi’nin de ötesinde cinnettir.
“De ki: Andolsun, bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak üzere ins-ü cin bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler.” (İsra 17/88)

Bütün risâle’lerde, imanın tahkîk ve takviyesinden bahsedilirken, imanın takviyesi ve tahkiki için başkaca herhangi bir ibâdet zikredilmez, yalnız birer vird gibi, anlamadan, anlatmadan, anlaşılması için herhangi bir gayret gösterilmeden, yine bu risâle’lerin okunmasını ısrarla şart koşar.
Oysa ki, Kur’ân-ı Kerim’de, 50’den fazla âyet-i Kerime’de, “Âmenû” onlar ki, iman ettiler, buyrulduktan sonra hemen akabinde (Vav-ı Atıfla) “Ve Amilu’s-Sâlihat” buyrulmak suretiyle iman’dan hemen sonra, imanın takviyesi için bir şart olarak, güzel işlerin yapılması şart koşulmuştur.

Diğer ba’zı âyetlerde ise “Onlar ki, iman ettiler. Onlar iman edip de takvaya ermiş olanlardır.” (Yunus 10/63), “İman edip de (kötülüklerden) sakınanlar için âhiret mükâfatı daha hayırlıdır.” (Yusuf 12/57), “İman edip Allah’a karşı gelmekten sakınanları ise kurtardık.” (Neml 27/53), “İnananları kurtardık. Onlar (Allah’tan) korkuyorlardı.” (Fussilet 41/18)
Diğer ba’zı âyetlerde de iman ve takva ile birlikte ihsan da imanın takviye ve tahkik şartı olarak zikredilmiştir.

“Çünkü Allah, (kötülüklerden) sakınanlar ve güzellikler yapanlarla beraberdir.” (Nahl 16/128), “İman edip ve iyi işler yapanlara, hakkıyla sakınıp iman ettikleri, sonra da hakkıyla sakınıp yaptıklarını ellerinden geldiğince güzel yaptıkları takdirde (haram kılınmadan önce) tattıklarından dolayı günah yoktur. (önemli olan inandıktan sonra iman ve iyi amelde sebattır.) Allah iyi ve güzel yapanları sever.” (Mâide 5/93)

İster kabul edilsin, ister edilmesin, Said Nursî’nin risâle’lerinin en büyük zararı, “Risâle’lerin, Kur’ân’ın lafzı ve hakîkî tefsiri olduğu ısrarla söylenerek, Risâle’lerin Kur’ân’ın yerine ikâme edilmiş olmasıdır. Şakird’lerin bir mektupla “Üstadımız Efendimiz, bizim burada Nûr şakird’lerinden birisi ‘Kur’ân öğreneceğim,’ diye risâle yazımını ihmal ediyor, ne buyursunuz?” suâline karşılık, Said Nursî cevap olarak, “Risâle-i Nur’ların, hem Kur’ân’ın lafzının yerine geçtiğini hem de hakîkî bir tefsiri olduğunu ifade ederek, Kur’ân öğrenmek yerine risâle yazımına devam etmesini ister…
“Hem sizler biliniz ki, ben Risâle-i Nûr’un bir hizmetkârıyım ve o dükkan’ın bir dellâlıyım; O ise (Risâle-i Nûr) Arş-ı â’zamla bağlı olan Kur’ân’ı Azîmü’ş-Şân ile bağlanmış bir hakîkî tefsiridir.” (Kastamonu Lâhikası/İstanbul Basımı/Temmuz 2005/3.Baskı)

“Risâle-i Nur’ur, Hakâik-i İslâmiyye’ye dâir ihtiyaçlara kâfi geliyor; başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor. Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imânı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkîkî yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risâleti’n-Nur’dadır. Evet, on beş sene yerine on beş haftada Risâleti’n-Nur o yolu kestirir, imân-ı Hakîkî’ye risal eder.. (A.G.E. Sahife 52)

“Mu’cizatlı bir vird (Vird: Turuk-u Âliye’de, Kutbu’l-Aktâb’ın âyet-i Kerime’ler ve Hadis-i Şerif’lerden istifade ederek tertip ettikleri Edi’yye ve tezkirelere denilir. Meselâ, Turuk-u Âliye’den, Zikr-i Hafî yolunun büyüklerinden, Silsele-i Zehep-Silsele-i Sâdât’ın 15. Halkasını teşkil eden Kutbu’l-Aktab, Muhammed Bahâüddîn Nakşıbendi (K.S.) Hazretleri’nin tertip ettiği Tarikat-ı Nakşibendiyye’de, izinle okunan “Evrad-ı Bahâiyye” gibi…)

“Okumak isteyen bunu okusun” yerine mu’cizatlı ve her bir harfi on ve yüz ve beş yüz ve bin ve binler kadar ve meyve veren bir vird okumak isteyen, bu semâvi virdi okusun.” (A.G.E. Sahife 67)
Nur şakird’leri 50 yılı aşkın bir zamandan beridir, maalesef uzman hekim teşhisiyle marazî bir ruh halinin mahsûlü, insicamsız, tutarsız, aslâ Ehl-i Sünnet akidesiyle bağdaşmayan bu risâleleri, hiç anlamadan, anlatmadan, üzerinde herhangi bir fikir teâtisinde bulunmadan, bir vird gibi, birisi okuyor, onlarcası dinliyor. Risâlelerde usandırıcı bir şekilde tekrarlandığı için, “Bu risâle’leri okuyanların iman ile ölecekleri ve mutlakâ cennete gireceklerine inanıyorlar.”

Bu bakımdan, Şakird’ler, yıllar yılı, Kur’ân-ı Kerim’i okumadılar, okutmadılar. Şakird’lerin pek çoğu, bunlara ağabeyler de dâhil, Kur’ân-ı Kerim’i yüzünden okumayı bilmez. Bırakınız Kur’ân okumayı, her Müslüman’ın mutlaka öğrenmesi, bilmesi üzerine farz olan, “Zarûrât-ı Diniyye” dediğimiz, asgarî dini bilgilerden bile mahrumdurlar.

“CEVHEN-İ KEBİR”: Hz.Peygamber Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem’e Cebrail Aleyhisselâm’ın vahiy ile getirdiği ve “zırh’ı çıkar bunu oku” dediği ve binbir Esmâ-i İlâhiye’ye sarîhan ve zımnen işaret eden gayet yüksek ve çok kıymettâr bir münacaat-ı Peygamberî’dir. Ki, Zeynelâbidîn (R.A.)’den tevâtürle rivâyet edilmiştir.” (Cevşen-i Kebir/İstanbul/Ocak 2003/Cihan Yayınları…)

“Peygamber’imizin (a.s.m) en önemli du’alarının arasında Cevşen bulunur. Bu büyük du’a’nın Peygamber’imize verilişini anlatan şu hâdise aynı zamanda onun önemini de ortaya koyar. Peygamber’imiz, zırhını giymiş Uhud Dağı’na gidiyordu. Hava çok sıcaktı. Bir ara başını kaldırıp gökyüzüne baktı ve Allah’a du’a etti. Birden açılmış gök kapılarından Cebrail (a.s)’i gördü. Hazret-i Cebrail nurlara bürünmüştü. Resûlüllah’a, “Cenab-ı Hakk’tan sana, selâm, tahiyye ve ikram getirdim” dedi. Peygamber’imiz selâmını aldıktan sonra, Cebrail (a.s.) getirdiği du’a’yı takdim etti ve şöyle dedi:

“- Üzerinden zırhını çıkar ve bu du’a’yı oku. Bu du’a’yı üzerinde taşır ve okursan zırh’dan daha büyük te’siri vardır.”

Her an ve her fırsatta ümmetini düşünen Peygamber’imiz, “Bu du’a’nın te’siri sadece bana mı mahsus yoksa ümmetime de şâmil mi?” diye sordu. Cebrail aleyhisselâm şu müjdeyi verdi:
“- Yâ Resûlüllah! Bu du’a Cenab-ı Allah’ın sana ve ümmetine bir hediyesidir. Bunun sevabını Allah’tan başka kimse takdir edemez” dedi. (Cevşenü’l-Kebir/Nisan 2009/İstanbul Baskısı/Nesil/Takdim Yazısı)…

Yukarıda parantez içerisinde yazdıklarımızı okuyan, çok fazlâ alim olmasına da gerek yok, biraz İslâmî Kültür’e sahip birisinin tüyleri diken diken olmuştur.

Hangi cihetten inceleyebiliriz, hangi yanlışı düzeltebiliriz. Daha doğrusu, yazılanlardan hangileri, Kur’ân ile, sünnet ile (hadis), İslâm ile, Ehl-i Sünnet akidesiyle bağdaşır?!…
Bütün bunların cevaplandırılabilmesi gerekir. Cevaplandıracağız….

Mustafa Akkoca
04 Haziran 2012
oncevatan.com.tr

Süleyman Hilmi Tunahan (K.s.) nın Said-i Nursi’yi takdir ettiğine dair söylenen/anlatılan/yazılan bütün bilgiler uydurmadır…

“Cesaretin Varsa”, diye bizi düelloya da’vet eden ve fakat asgarî, asıl adını ve soyadını yazma mertliğini gösteremeyen pek aziz okuyucum….

Said Nursî’yi tenkid mevzu’unda bizi, ateistlerle aynı kefeye koymuşsunuz. Oysa ki, ataistler, din düşmanlıklarını, küfr-ü inâdî’lerini ortaya koymak için, diğer bütün İslâm âlimleri ve Müslüman’lara olduğu gibi Said Nursî’ye de saldırıyorlar. Said Nursî hakkında bizlerin tenkid’leri, mücerred gayret-i diniyye’mizdendir. Gerekçelerini, sebeplerini aşağıda tafsilatlı olarak anlatacağım.

Allah yolunda, Sünnet-i Saniyye’ye tam ittibâ ve temessük yolunda, Füyûzât-ı Muhamediyye’nin neşri yolunda, bizleri vazifelendiren, Allah, O’nun Resûlü ve Nakîkî Vâris-i olan, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid, Medâr Mürşid, Silistreli Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretleri’dir. Biz’ler, Allah’ın me’muru, Resûlü’llâh’ın me’muru, Din-i Mübîn me’muru, Kitabü’l-llâh’ın me’muru, Füyûzât-ı Muhammedî’nin me’muruyuz.

Bunların dışında, bizi me’mur edecek, bizlere vazife verecek herhangi bir güç yoktur.
“Anketlerde hizmetleri öne geçmiş olan,” zatın kimlere hizmet ettiğine gelince: “Papa 6. Paul Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan dinler arası diyalog için Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hattâ biraz cür’etle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevâzî yardımlarımızı sunmak için size geldik…”

Parentez içerisinde aldığım bu paragraf, Fethullah Gülen’in, Papa 6. Paul’e yazdığı mektuptandır.
Başka bir paragraf: “Şubat 1998’de Papa 2. Jean Paul Vatikan Senatosuna (Kardinallar Koleji) 20 yeni kardinal atadı. Böylece Papa’nın ölümünden sonra yapılacak olan seçimde oy kullanma hakkına sahip olan kardinal sayısı 122’ye yükseldi.

Ancak bu atamalarda ilginç bir şey oldu.
Papa 2. Jean Paul neredeyse 100 yıldır kullanılmayan bir “Papalık hakkını” kullandı. Vatikan terminolojisinde “İn Pectore” olarak bilinen bu uygulamaya göre, Papa, 20 Kardinal’e ek olarak iki de “İn Pectore” olarak bilinen, yâni “Gizli Kardinal” atamıştı. Bu sözcük lugatta “KİLİSE’NİN BAĞRINA BASTIĞI GİZLİ EVLADI” anlamına geliyordu.

Diğer bir anlatımla “gizli kardinal” ile yıllardır Vatikan’ın gizli hizmetinde çalışan, fakat kendi ülkesinde kimliğini gizleyen başka dine mensup iki kişi şu anda Vatikan tarafından Kardinal yapılmış durumdalar.

Bu kişilerin isimlerini şu an 7 kişi biliyor. Geleneğe göre, Papa’nın bu şahısların kimliklerini ölümünden önce açıklaması gerekiyor. Yoksa bu kişilerin “İn Pectore” sıfatları açıklanamadan devam edecek…

Bu kişilerden birinin Çin Halk Cumhuriyeti’nde bir din adamı olduğu söyleniyor.” (A.Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri)
Pekiyi! Öbür gizli Kardinal kim?
Bu Kardinal “O adam mı?”
Bu Kardinal Türkiye’de mi?

Türkiye’de İslâm’ın temel kâidelerinin altını boşaltarak, Hıristiyanlığı da makbul bir din olarak sinsice topluma enjekte eden “O adamın hareketi” bu gizli Kardinal hareketi mi?
Vatikan’ın misyonu’nun bir parçası “O adam” bir Kardinal ise bunu kim ortaya çıkaracak?
Ve bütün bunlardan habersiz olan Müslüman’ları gafletten kim uyandıracak?…”

Yukarıya aldığım paragrafları çok dikkatlice okur ve ne demek istendiğini idrak edebilirseniz, hayranlıkla hizmetlerinden bahsettiğiniz zât’ın, kimler tarafından vazifelendirildiğini, kimlerin “misyonu’nun” parçası olduğunu, anlarsınız. Daha açık bir ifade ile, Siyonizm’in, 21. Asır hedefi olan “Bütün dünya’da tek bir inanç sistemi, tek bir devlet, tek bir millet emeline ulaşabilmek için, Avangalist’lerin emelinin tahakkuk ettirilmesi için, dünya’nın dört bir tarafında, Türkiye’deki ve Avrupa’nın muhtelif memleketlerindeki Müslüman-Türk’lerden toplanan, zekât, fitre ve teberrûlarla Hıristiyanların, komünist’lerin ve ataist’lerin çocuklarına İngilizce öğretmeyi, yardım aldıkları kitlelerin gözlerini boyamak için, bu öğrenciler arasından seçtikleri kabiliyetlilere, sadece Türkçe konuşma- Türkçe şarkı söyleme öğretmeyi hizmet sayıyorsanız, bu hizmetler sizin için hayırlı olsun, demekten başka elimizden bir şeyler gelmez…

Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazretleri, dünyevî tasarruf yıllarında, Hayat-ı Dünya’da, Said Nursî ile hiç karşılaşmadılar. Said Nursî’nin ba’zı şakird’lerinin ifade ettikleri gibi, “Kardeşim’dir, velî’dir,” gibi, övücü ve takdir edici herhangi bir söz de kullanmamıştır. Ancak, Said Nursî’nin şakird’lerinden, Merhûm Av. Bekir Berk yanında bir başka gençle birlikte, Süleyman Efendi Hazretleri’ni, İstanbul’da, Sirkeci, Bahçekapısı’nda bulunan Rasimpaşa Hanındaki, Süleyman Efendi Hazretleri’nin büyük damadı, Merhûm Kemal Kacar’ın yazıhanesinde kendilerini ziyaret etmişlerdir. Bu ziyâret sırasında, Said Nursî’nin yazdırdığı risâlelerden ba’zı örnekler, sahifeler göstermişlerdir. Efendi Hazretleri kendilerine, gösterdikleri sahifeler hakkında herhangi bir değerlendirmede bulunmadan, “Üstadınıza benden selâm söyleyin, öncelikle bir İlm-i Hal yazsın, yazdırsın, şarkid’ler öncelikle Zarûrât-ı Diniyye’lerini öğrensinler, Ehl-i Sünnet akîdesine uygun sağlam bir iman’a sahip olsunlar, ondan sonra ne okursalar onu okusunlar,” buyurmuştur.

Süleyman Efendi Hazretleri’nin, Said Nursî ve şakird’leri ile alakalı olarak söyledikleri bundan ibârettir. Bundan böyle aslâ, Süleyman Efendi Hazretleri’nin mübârek ismini Said Nursî’nin hatalarını örtmek için bir şal olarak kullanmayınız.

Keşke, Said Nursî, “Risâle’ler, Kur’ân’ın lafzını da ma’nasını da ihtiva etmektedir, Kur’ân okumanıza lüzum yoktur,” demeseydi de, en azından şarkid’lerin Kur’ân-ı Kerim’i yüzünden okumalarına, Zarûrat-ı Diniyye’lerini Ehl-i Sünnet akîdesine uygun olarak öğrenmelerine izin verseydi, hem şakird’ler için hem de Türkiye’miz için durum çok farklı olurdu.

Biz Said Nursî’yi kendi ifadesiyle “eski Said” dönemindeki siyâsî hatalarından dolayı tenkid etmiyoruz. Keşke, hatalar “eski Said” döneminde kalsaydı da, günümüze kadar sirayet edip gelmeseydi. Siyâsî hatalar belli bir zaman için tahripkâr olabilirler. Bunların telafisi mümkün olabilir, telâfî edilmese de bedeli belli bir zaman zarfında ödenir, gelecek nesillere sirayet etmeyebilir.
Hatalar, doğrudan dinin esaslarına müteallik ise, Kur’an’a, Sünnete, Şer-i Şerife ait ise, ne yazık, nedâmetle, tevbe ile “eski Said, yeni Said” tahlili ile telâfî edilecek hatalar değildir.

Bu hatalar, hangi vasıtalarla yapılmış ise, aynı vasıtalarla bunların hata oldukları, yazılacak, ilân edilecek, Tecdid-i İmân, Tevbe-i Nasûh ile tevbe ve nedâmet izhar edilecekti.
Heyhât! Bâs’u Bâ’del mevt’den sonra asla hiç bir ma’zeret kabul edilmeyecektir.
Kâfir’in küfrünü, fâsık’ın fıskını ortaya koymak, Müslüman’ların, bunların iğvâ ve aldatmalarından sakınmalarını te’min etmek, ayıp ve yüz kızartıcı değil, Allah’ın, Resûlü’nün emridir, Allah’ın ve Resûlü’nün, Pirân’ın me’murluğunun iktizasıdır…

Mustafa Akkoca
26 Mayıs 2012
oncevatan.com.tr

Şakirdlerin zorlama yorumlar ve uydurma hatıralar ile Said-i Nursi’yi yüceltmek gayretleri artık son bulmalıdır

Risâle-i Nûr, Said Nursî şakird’lerinin üstadları hakkında o kadar şüpheleri vardır ki, ha bire onun hakkında, şâhid’ler gösterme gayreti içine girmektedirler.

“(Resûlüm!) De ki; Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini azîz (yüceltir), dilediğini de zelil (alçaltırsın), kılansın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kâdirsin.” (Âl-i İmran 3/46)

Cenab-ı Hakk, bir kulunu belli bir asır’da müceddid, mürşid-i Kâmil gönderecekse âlem-i Ezel’de, Tensib-i İlâhî ile tensip eder, dünya’ya geldikten sonra da onu aziz kılar ve mertebesini insanlar arasında yüceltir.

Allah’ın aziz kıldığı (yücelttiği) bir kulunu, bütün insanlar bir araya gelseler zelil kılamazlar (alçaltamazlar), Allah’ın zelil kıldığı, alçalttığı bir kulunu da bütün insanlar bir araya gelseler de aziz kılmaya çalışsalar, (yüceltmeye çalışsalar) yine de onu aziz kılamazlar, yüceltemezler.
Şakird’ler, hiç bir suretle üstad’larında bulunmayan, esâsen kendisinin de herhangi bir iddiası bulunmayan, tecdid, irşâd, hattâ mehdî’lik isnadı gibi ifrat ve tefritlerini zorlama şahid’liklere dayandırmak istiyorlar. Önce Necmeddin Şahiner imzasıyla, “Son Şahidler”, “40 YAZARIN KALEMİNDEN BEDİÜZZAMAN”, kitaplarını neşrettiler. Şimdilerde, Salih Okur imzasıyla “Ulemânın Gözüyle Bediüzzaman”, kitabını yayınlamışlardır.

Tespitlerimize göre, gerek daha önce neşredilen “Son Şahidler”de, “40 Yazarın Kaleminden Bediüzzaman”da ve gerekse son yayınlanan “Ulemânın Gözüyle Bediüzzaman”da yazılarına, görüşlerine yer verilen pek çok zevât ile yüzyüze herhangi bir mülâkatta bulunulmamış, hayâlî mülâkatlarla kendi söylemek istediklerini, isimleri, Efkâr-ı Umûmî’de i’tibâr sahibi zevâta söyletmişlerdir.

Salih Okur imzalı, “Ulemanın Gözüyle Bediüzzaman” kitabının ön kapağında, Said Nursi’nin Kuvvacı Kalpaklı bir resmi merkeze oturtulmuş, onun etrafına, asrımızın, Sahib-i Zamanı, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmili, Müceddid ve Medâr Mürşid, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazretleri’nin, devrimizin büyük âlimlerinden Merhûm Ömer Nasûhî Bilmen Efendi Hazretleri’nin, Osmanlı Şeyhulislâmlarından, Mustafa Sabri Efendi’nin ve otuza yakın kimsenin resimleri onun etrafına serpiştirilmiştir.

Verilmek istenen mesaj, “Bu asırda ulema’nın en büyüğü, merkezi, Said Nursî’dir, diğerleri de buna şahid’lik etmektedirler.”

Said Nursî hakkında tam olarak görüşlerini bilemediğimiz, en azından bizim muttalî olamadığımız zevât bir tarafa, Said Nursî hakkında kat’î, sarih görüşleri cümle alemce bilinen, Pek Muhterem Zevat’a bu ağır iftira, buhtan niye?!…

Salih Okur Kitabı’nın 329-337 sahifeleri arasında, üçüncü, dördüncü şahısların, Mustafa Sabri Efendi’den, Said Nursi’ye, Said Nursî’den Mustafa Sabri Efendi’ye selâm getirip-götürdüklerini yazar. Fakat, “Selâm-kelâm dışında dişe dokunur herhangi bir değerlendirme vermiyor. Ancak, taktik aynı taktik, “Bakınız, diğer bütün ulema gibi Şeyhulislâm Mustafa Sabri Efendi de üstad’a ne övgüler düzmektedir.”

Kitapta yer verilen ulema arasında (aralarında ba’zılarına asla “Âlim” denilemez) Said Nursi’yi çok yakından tanıyan elbette ki, Mustafa Sabri Efendi’dir. Şöyle ki, Devlet-i Aliyye’mizin yıkılmasına müncer olan vak’alarda, Sultan 2. Abdülhamid’in taht’dan indirilmesinde, Yahûdî, Hıristiyan ve Rumlarla işbirliği içerisindeki İttihad ve Terakkî Cemiyetiyle birlikte hareket eden, Said Nursî gibilere, ulufe olmak üzere, Mason Şeyhulislâm, Musa Kazım tarafından oluşturulan ve kukla pâdişah, Sultan Reşat tarafından bir İrâde-i Sâniye ile kuruluşu tamamlanan “Dâiretü’l-Hikmet-i İslâmiyye” adlı kuruluşta Said Nursî de aza idi, Mustafa Sabri Efendi de… Mustafa Sabri Efendi, Damad Ferid Hükûmetinde Şeyhulislâm’lık makamında oturuyordu. Said Nursî de İttihatçıların en mu’teber adamlarından birisiydi!…

Mustafa Sabri Efendi Kimdir?

12 Rebîülevvel 1286’da (28 Haziran 1869) Tokat’da doğdu. Öğrenimine memleketinde başladı. Henüz 10 yaşındayken hafızlığını tamamladı. İslâmî ilimlerde Zûniyezâde Ahmed Efendi’den icazet aldı. Ardından Kayseri’de Divrikli Mehmet Emin Efendi’nin medreselerine devam etti. Bir müddet sonra da İstanbul’a gidip Meşîhat-ı İslâmiyye’de ders vekili Gümülcineli Ahmed Asım Efendi ile Mehmed Atıf Efendi’den ders aldı. Ahmet Asım Efendi’nin kızı Ulviye Hanımla evlenip, İstanbul’a yerleşti. Genç yaşta ruûs imtihanını kazanarak, Fatih Camiî müderrisliğine ta’yin edildi (1890). 1896 yılında Beşiktaş Asâriye Camiî imamlığına getirildi. Bundan iki yıl sonra Sultan 2. Abdülhamid’in katıldığı huzur derslerine en genç aza sıfatıyla iştirâk etti. 1899, 1904 yılları arasında Yıldız Sarayı Kütüphânesi’nde “Hâfız-ı Kütûp” olarak çalıştı.

Bu sırada Köse Niyâzî Efendi’den Kıraat ilmi okudu. Medresetü’l-Vâizîn’de tefsir, Medresetü’l-Mühassisîn ile Süleymaniye Medreselerinde hadis müderrisliği yaptı. Tedkik-i Müellefât-ı Şer’iyye’nin kurucuları arasında yer aldı. Cem’iyyet-i İslâmiyye’nin reisliğine seçildi ve bu cemiyetin çıkardığı Beyânühâk adlı mecmuada başyazar sıfatıyla makâleler yazdı. Bir dönem Silistre Müftülüğü yaptı. Peyam-ı Sabah, İkdâm, Yarın ve Alemdar gibi mevkûtelerde yazılar kaleme aldı.
İkinci Meşrûtiyet’in ilânından sonra Tokat Meb’usu olarak Meclis-i Meb’usan’a girdi. Siyâsî hayatının başlangıcında İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne alaka duymakla birlikte kısa bir müddet sonra bu harekete karşı mücadeleye girişti. 1910 Ahali Fırkası’nın, 1919’da üçüncü def’a kurulan Hürriyet ve İ’tilaf Fırkası’nın kurucuları arasında yer aldı, yöneticilik yaptı. İttihad ve Terakkî hükûmetinin kurulmasından sonra Hürriyet ve İ’tilaf Fırkasına bağlı olanlar tutuklanınca, Mustafa Sabri Efendi Mısır’a gitti (1013). Oradan Romanya’ya geçti. Fakat burada tutuklanarak İstanbul’a getirildi ve Bilecik’te ikâmete mecbur edildi. Ocak 1919’da Tokat Meb’usu seçildi ve 04 Mart 1919’da kurulan Damat Ferid Paşa Hükûmetinde Şeyhulislâm’lık yaptı. Damad Ferid Paşa Kabinesinin düşmesi üzerine 19 Şubat 1919’da kurulan Teâli-i İslâm Cemiyeti reisliği yaptı. Bu cemiyet bünyesinde, Cemiyetin ikinci başkanı, İskilip’li Âtıf Hoca ve Said Nursî ile birlikte çalıştı. Yeniden teşkil edilen Damad Ferit Paşa Kabinesinde tekrar Şeyhulislâmlığa getirildi. Bu arada Şûrây-i Devlet reisliğine de vekâlet etti.

Cumhuriyetin ilânından sonra oğlu İbrahim’le birlikte 150’lilikler listesine alındı. Tam tutuklanacağı ve ba’zı bahâneler ile İskilip’li Atıf Efendi gibi idamı muhakkak olanlardandı. Bir fırsatını buldu, ailesiyle birlikte Mısır’a İskenderiyye’ye gitti. 12 Mart 1954’de Kahire’de Allah’ın rahmetine kavuştu. (Rahmetül-llâh-i Aleyh)

Osmanlı Devlet-i Aliyye’sinin 127. Şeyhulislâm’ı Mustafa Sabri Efendi, Devlet-i Aliyye’nin ilmî ve idâri makamlarında en yüksek mertebeyi ihraz etmiş, ilmiyle, ameliyle, ahlâkıyla, duruşuyla, salâbet-i Diniyyesiyle temâyüz etmiş bulunan Merhûm Mustafa Sabri Efendi, yakînen tanıdığı, Said Nursî hakkında acaba ne düşünüyor, ne yazıyor?

Mustafa Sabri Efendi, uzak diyarlarda kıt imkânlarla, Türkiye’deki dinî ve ilmî hayatı yakından ta’kip etmekteydi. En iyi ve sadık muhbirleri, Mısır’da, Camiü’l-Ezher’de tahsil gören ve yaz aylarında ta’tillerini memleketlerinde, Türkiye’de geçiren talebeydi.

Bu talebe’nin verdiği bilgiler, getirdikleri metaryeller, kitaplar ve risâle’ler o kadar canını sıkar, kalbini sıkıştırır ki, Türkiye’de olsa, İstanbul’da olsa, onlara hakkettikleri cevapları verecektir. Fakat uzak diyar’lardadır, Türkiye’ye girişi yasaktır.

O da tutar, “Kürd Said’in Mezhebi Hakkında Reddiye Armağanı” adlı bir “Reddiye” kaleme alır.
Merhûm Mustafa Sabri Efendi’nin Arapça olarak kaleme aldığı eser’lerinin Türkiye’ye sokulması hâlen yasak bulunduğundan bu “Reddiye”nin tamamını burada açıklamak imkânından mahrum bulunuyoruz. Ancak, “Reddiye”nin can alıcı noktalarından bir özet verebiliyoruz.

Besmele, Hamdele, Salvele’den sonra:
Said Kürdî mes’elesini tetkik ederken başlıca iki nokta üzerinde durmak icap eder.
Birincisi; Mürid’lerin (Şakird’lerin) Said-i Kürdî’yi i’zâm edeceğiz, (büyükleyeceğiz/büyük bileceğiz), diye küfre vardıran sözleridir.

İkincisi ise; Said-i Kürdî’nin izhar-ı Kerâmet etmesi (kerâmet göstermesi, kerâmet sergilemesi) ve Sûre-i Nûr’un asıl muhatabının kendisi olduğu hakkındaki zu’m-u bâtılı (yanlış zu’mu), belki de bu sözleri, iğfalât-ı Şeytâniyeyi (Şeytan’dan gelen vesveleri), İlhâmat-ı Hakîkiyye (Allah’tan gelen Rabbânî olan gerçek ilhamlar) zannedecek kadar ihtiyar ve ma’şûş (zayıf) olmasındandır. (Kaldı ki, halk için ilmin sebepleri, Havas-ı Selîme, Haber-i Sâdık ve akıldır. Görüldüğü gibi, “İlhâm” ilmin sebepleri arasında yoktur, İlhâm Şer’î delillerden birisi de değildir. Ve hiç kimse kendisini küfre kadar götürecek imânî esaslar hakkında, “Bana ihtar olundu, kuvvetli bir şekilde yazdırıldı,” gibi ifadeleri kullanma hakkında sahip değildir.)

Şakird’lerin sözleri mücmelen şunlardır: “Said Kürdî (Lâyuhtî’dir) hatasızdır, yanılmaz ve günah işlemez. (Ancak, Peygamber’ler “İSMET” sıfatıyla muttasıf’tırlar.)

“Onun sözleri aynen Kur’ândır”, “Beşeriyyeti Risâle-i Nûr ve Said-i Kürdî kurtaracaktır. Dünya’da iki milyon kadar Nurcu vardır. Bu insanlar dünya’nın hakîkî Müslümanları ve İslâmiyeti yegane anlayan insanlardır. Bu zat’a dil uzatanlar kâfirler ve mason’lardır. Said-i Kürdî’nin herhangi bir risalesini okuyan bir dinsiz i’tiraz edemez…” vesâire…

Said-i Kürdî ise, şakird’lerinin aksine kendisini iki ayrı şahsiyet olarak tanıtır; Birincisi, Eski Said’dir. Kürtçülük mes’elesiyle uğraşmış, Kürt Teâlî Cemiyetini kurmuş, siyâsete dalmış, Said-i Muhtî’dir (hata eden günah işleyen Said’dir), diğeri de Lâyuhti (Hatasız, günahsız) ikinci veya yeni Said’dir. Kendisine göre Sûre-i Nurdaki manalar bu asra göre ve kendisi için nazil olmuştur.

Kerâmet ehli, siyâsetle meşgul olmayan ve bu asra zamanın kutbu olarak bakan bir insandır. Sûre-i Nûr’daki bu mes’eleyi, Ebced hesabı ile Mısır(!) uleması bulup Said-i Kürdî’ye haber vermişler. Yâni Said’in Cebraili Ebced alimleri oluyor (Asayı Musa ve Zülfikâr risâlelerine bakılsın).
Yukarıya alınan özetlemelerde görüleceği üzere, Said-i Kürdî, şakird’lerinden daha insaflıdır. Hiç değilse yaşadığı ömrün bir kısmı için hata ettiğini kabul ediyor. Şakird’leri ise, onun tırnaklarını ve saçını muhafaza ederek, hemen hemen her şeyine bir kudsiyet izafe ediyorlar. Mâlumât-ı Diniyeye (dînî bilgilere), Esâsât-ı Şer’iyyeye (Şerîatın gerçeklerine) vakıf olmayan bu insanlar çok büyük hatalara düşüyorlar. Biz, hem onları hem de diğer Müslümanları, Fıkh-ı Müdevven haricinde (dinin belirli hükümleri dışında) teşekkül etmiş veyâ etmek isti’dadında bulunan nevpeyda (yeni çıkan) mezhep ve cereyanlara karşı müteyakkız bulunmaları için bu satırları yazdık…
Sabık Şeyhulislâm, Mustafa Sabri Tokadî…

Bilmem, Mustafa Sabri Efendi’nin bu veciz sözlerine ilâve edilecek bir şeyler var mı?!…

Mustafa Akkoca
20 Şubat 2012
oncevatan.com.tr

Ne Said-i Nursi ne de Mahmud Efendi gerçekten Mürşid / Müceddid değiller!

52 yıl önce hatasıyla-sevabıyla Allah’ın rahmetine kavuşmuş bir zât hakkında, münhasıran ticârî maksatlara ma’tuf, senaryolar yazılıyor, kurgular düzenleniyor, filmler, çizgi filmler çekiliyor. Mazrufu aynı olan, genelde birbirinin tekrarı travmalar neticesi yazılmış risâle’ler, renklendirilerek, çeşitlendirilerek piyasaya veriliyor.

Aziz kardeşler, Risâle-i Nûr Şakird’leri! Artık bu parlatma işine bir son veriniz!
İstanbul Bakırköyü’nde bulunan, Ruh Hastalıkları Hastahanesi’nin kurucularından Merhûm Mazhar Osman Uzman Hoca’ya demişler ki, “Hocam! Size herkes ‘Deli’ diyor, siz ne diyeceksiniz?” Mazhar Osman Uzman Hoca, hafif tebessüm etmiş ve “Bütün Türkiye halkı bir araya gelse ve benim için, ‘Mazhar Osman Deli’dir,” dese, ben deli olmam, fakat ben herhangi birisine ‘Delidir’ diyorsam, o gerçekten delidir,” diye cevap vermiştir.

Asr-ı Saadet’ten i’tibâren, beher bin yılın başında gelen müceddid’ler müceddidi ve Kutbu’l-Aktab’lar ile beher yüzyılda gönderilen Müceddid, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid’ler, Nasib-i Ezelisi ile tâ Âlem-i Ezelde, ruhlar âleminde Tensib-i İlâhî ile tensip edilir ve seçilirler. Cisme bürünüp bu âlemde tecdid ve irşâd vazifesiyle vazifelendirildiklerinde, “Selli-Seyf” ederler. (Bu ta’bir tasavvufî bir mecazdır.) Yâni, tecdide ve irşada me’mur olduklarını sarahaten (açıkça) ilân ederler. Tıpkı Allah tarafından kavimlerini, ümmetlerini irşad ve ihda (hidayete-doğru yola getirme) için gönderilen Peygamber’ler, öncelikle kendilerinin Allah tarafından gönderilmiş birer elçi olduklarını, kendilerini Allah’ın yoluna Sırat-ı Müstekîme (dosdoğru yola) da’vet etmek üzere vazifelendirildiklerini iddia ve ilân ederler. Allah bu Peygamber’lerin sıdkını, iddia ve da’valarında hakk olduklarını ispat zımnında hakîkî ve sadık Peygamber’lerin ellerinde mu’cizeler, hâriku’l-âde, insanların say-ü gayretiyle bilim, fen, ustalık ve mahâretleriyle aslâ elde edemeyecekleri, ölülerin diriltilmesi, tıbben şifası mümkün görülmeyen hastalıkların şifası, ağaç kütüğünün dile gelip konuşması vs. mu’cizelerin zuhur etmesi gibi, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid’ler de, yaşadığı yüzyılda kendisinin irşad ve tecdid ile vazifeli olduğunu, Medâr Mürşid de olduğundan bu asırda kimin elinde ne gibi bir emânet varsa ehline teslime mecbur olduğunu açıkça ilân eder ve bu hususu büyük bir mahfiyatkârlıkla ve ehlince ma’lum usûl ve yollarla ispat eder.

Her bir asır’da, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid’ler, bu vazifelerini hakkıyla yerine getirmişler. Bir taraftan kendi vazifelerini tebliğ ve ilân ederken, diğer taraftan her devir’de zuhur eden müteşeyyih’leri (şeyh olmadıkları ve kendilerine herhangi bir vazifede tevcih edilmediği halde, kendi kendilerini şeyh ilân eden veyâ, “Şeyh uçmaz, onu müridleri uçururlar,” fahvasınca, kendileri müceddid’lik iddiasında bulunmadıkları halde, ba’zılarının sağlıklarında, ba’zılarının da vefat etmelerinden sonra, bağlıları, mürid’leri, (filhakîka, bunlara mürîd denilemez, mürid’lerin olması için evveliyetle, bir Murad bulunacak, Murad olmayınca elbette mürid’ler de olmaz).

Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid, hayatlarında mürşid’lik, müceddid’lik iddia eden, kendisi iddia etmediği halde talebesi, taraftarları ve şakird’leri tarafından böyle gösterilen bütün zevâta, en yakınında bulunanlar tarafından haber göndererek, “Bu asır’da emânetin kendisinde olduğunu, gökyüzünde uçan kuşların kanatlarında, okyanus’ların derinliklerinde yüzen balıkların süzgecinde zerre kadar manevi bir emanet varsa, bize teslime mecburdur. Bu sebeple vazifeniz ve yetkiniz bulunmadığı halde insanlara mürşid’lik ve müceddid’lik yapmaya kalkarsanız, dâl ve mudîl durumuna düşersiniz. (Dâl ve Mudîl, kendisi dalâlette olduğu gibi, başkalarını da dalâlete sürükleyen, demektir.)

Devrim müteşeyyih’leri ya da kendilerinin böyle bir iddiası bulunmayan ve fakat kendisine tâbî olanların böyle iddia ettikleri zevât, “Bizim böyle bir iddiamız yoktur, bizi sevenlerin, dostlarımızın böyle bir yakıştırmaları aslâ bizi bağlamaz, biz cemaatimize ve bizi sevenlerle sadece dinî sohbetlerde bulunuyoruz,” diye cevap vermişlerdi.

Muhip’leri ve taraftarları tarafından sonradan bu gibi zevâta isnad olunan muhtelif tarihlerdeki sohbetlerden faydalanılarak ortaya konulan eserlerde herhangi bir tasavvufî derinlik yoktur. Mızraklı ilm-ihâl seviyesinde sohbetlerdir, memnuniyetle ifade edelim ki, bu zevât dahî sohbetlerinde, onların sohbetlerinden faydalanılarak ortaya konulan kitaplarda Ehl-i Sünnet i’tikadından aslâ ta’viz vermemişlerdi. Esâsen bu zevât’dan hiçbirisi, doğrudan ve açıkça kendilerinin mürşid ve müceddidi olduklarını da idida etmemişlerdi. Dolayısiyle, sadece dinî, i’tikâdî ve fıkhî sohbetlerle mahdut bu sohbetler, elbette yukarıda ifade edildiği gibi “Dâl ve Mudîl” durumuna düşürmez. Ancak hakîkî ve ehlî mürşid ve müceddid olmayanların tasavvufî sohbetlerinde bulunmak İmam-ı Rabbânî ve Müceddidi Elf-i Sânî Hazret’lerinin ta’biriyle “Semmi Kâtil”dir, yâni öldürücü bir zehirdir.
Tıpta uzmanlığı olmayan, uzmanlık şöyle dursun, tıp tahsili bile bulunmayanların, beyaz önlükler giyinip, hastaları muayene ve tedaviye kalkmaları ne ise irşad ve tecdide me’zun olmadıkları halde, bu vadîde herhangi bir çalışmaları, say-ü gayretleri bulunmadığı halde, bırakınız mürşid’liği, müceddidliği, gerçek manada bir mürşid’in, müceddidin müridi olmaya bile lâyık olmayanlara, talebesi, şakird’leri, müceddid’lik yakıştırmasında bulunurlarsa, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşidin tasarruf-u hakîkî’ye intikalinden cesaret alıyorlarsa, fena halde yanılıyorlar. İmam-ı Rabbânî Evladı, son ferdine kadar hayatta oldukları müddetçe, aslâ sahâbe düşmanlığına, sünnetlerin unutturulup, bid’at’ların zuhuruna, nâehil, liyâkatsız, müteşeyyih’lere ve onları parlatmaya çalışan kalpazanlara geçit vermeyeceklerdir.

Hayatında, hiçbir veçhle kendisinin tasavvufla irtibatından bahsetmeyen, bilakis zamanın tarikatlar zamanı olmadığını risâlelerinde sık sık tekrarlayan birisinin tasavvuf, kalbin ruhun, Letâif-i Seb’a’nın ahlak-ı Redîe ve rezile’den tasfiyesi, Nefs-i Emmâre’nin yavaş yavaş tezkiyesiyle, Nefs-i Levvâme, Nefs-i Mülheme, Nefs-i Mut’mainne, Nefs-i Râziye ve Marziyye ve Nefs-i Nâtıka mertebelerine ulaşabilmesi için, mutlâkâ ya Sevgili Peygamberimizden i’tibaren Sıddık-ı Ekber tarikatıyla teselsül eden, Zikr-i Hafî yolu ki, “Allah” Laza-ı Celili ki, “İsmü’z-Zât, El-Müstecmu Bicemî’l-Esmâ ve’s-Sıfât” (Sadece Allah’ın Zâtı’nın ismi ve bütün isimleri ve sıfatları kendinde toplayan “Allah” ismi celiyle zikri esas alan, halk arasında “Nakşîlik” olarak bilinen tarikatta, ya da Hazret-i Peygamberimizden i’tibâren, Haz. Ali Kerema’llâhu Vechehû Efendimizden teselsül eden, Zikr-i Celî yolu, Nefiy ve isbât, “Lâilâhe İll’allah” zikrini esas alan ve Abdülkâdir-i Geylânî’ye nisbeten “Kâdirî’lik” veya bunlardan türeyen “Turuk-u Âliye’den” birisine intisap etmeden, Seyr-i Sülûkini tamamlamadan, ehil bir Mürşid-i Kâmil’in ma’nevî terbiyesi altına girmeden, çilesini çekmeden, mürşidlik, müceddid’lik şöyle dursun, İnsan-i Kâmil bir mü’min bile olunamaz.

Günümüzde meydanı boş zanneden ba’zıları, televizyon, televizyon dolaşıp stand up yaparak, “Ben de ne varsa Mahmuduma verdim,” yalan sloganıyla birilerini mürşid ve müceddid ilân ediyor. Tabiî ki, tek taraflı, kendisine herhangi bir cevap verecek ehil bir kimsenin bulunmadığı bir zeminde.. Eğer bu zâtın karşısında en azından tasavvuf mevzuatına âşina birisi çıksaydı da, “Ahıskalı’ya herhangi bir şey vermemişse ma’bud, ondan ne alacaktı Mahmud,” dese acep ne cevap verirdi.

Şimdi, Said-i Kürdî’nin, şarkid’leri koro halinde üstad’larını müceddid ilân etmişler, fakat bunu dürüstçe yapmıyorlar. Hemen hemen tamamı Rahmet-i Rahman’a kavuşmuş, Aziz Milletimizin yüzakı, ulemâ, üdebâ ve mürşid ve müceddid’lerin ağzından ve onların görüşüymüş gibi, onların şahidliğinde yapıyorlar. (Devam edecek…)

Mustafa Akkoca
28 Ocak 2012
oncevatan.com.tr