Hiç mi utanmıyorsunuz?


Kimsenin hayal dünyasına atom bombaları atmak ve kendilerini kandırdıkları o hallerden onları aniden ve aşırı sarsarak uyandırmak istemiyorum ama şunca yalana ve ihanete de kayıtsız kalınamaz.

Çanakkale’de, Yemen’de, Balkanlarda, Kafkasyada ve Kurtuluş savaşı sırasında o askerlerimiz hatta yer yer kadınlarımız, çocuklarımız ve ihtiyar olanlarımız, asla cumhuriyet, laiklik, demokrasi, Kamalizm için savaşmadılar. Ayrıca kısa süre sonra estirilecek dinsizleştirme, namussuzlaştırma, çıplaklaştırma, kız erkek karma tahsil sistemi ve ayrıca İslami kanunların değiştirilmesi hedefleri için savaşmadılar, can vermediler, şehit olmadılar.

Halkın onayı bile alınmadan alfabe değiştirilsin, medreseler ve Kur’an kursları kapatılsın diye ve başörtüsü dahi yasaklansın diye savaşmadılar. İstiklal mahkemeleri kurulsun ve memleket genelinde son kalmış müderrisleri, din alimlerini önce asarak sonra güya yargılasın diye de savaşmadılar. Osmanlıdan kalan hazineler, altınlar Londra’ya gönderilsin diye de savaşmadılar. Memleketin en güzel topraklarına gizli Ermeniler, Yahudiler, Rumlar, masonlar yerleştirilsin diye de savaşmadılar.

Halkın kılık kıyafeti zorla, baskıyla değiştirilsin diye savaşmadılar. Halkın dinine ve şanlı tarihine devletin resmi müfredatında yalanlarla iftiralarla ve açıkça ve tekrarla sövülsün diye de savaşmadılar. Halkın gerçek tarihi gizlensin ve yalan/uydurma bir tarih devlet eliyle bile dayatılsın diye de savaşmadılar. “Adıtürk bir ilahtır” şiirleri okunsun, ezan aslı olan Arapça’dan bozulsun diye de savaşmadılar. Çankaya köşkü meşhur ve muteber bir kerhaneye dönsün diye de savaşmadılar. Devletin sözde cumhurbaşkanı “Din ve namus telakkisini ortadan kaldırmalıyız. Bunun için önce CHP’yi din ve namus telakkisinden arınmış insanlarla doldurmalıyız” desin diye de savaşmadılar. Bunların tamamen aksi olsun diye savaştılar.

Bunların ve benzeri şeylerin hiçbirini halk istemedi, hedeflemedi, aklından bile geçirmedi. Londra piyonları/casusları için tek bir adım bile atmadılar. Devlet mekanizmasının her yerine sızmış olan gizli Ermenileri, gizli Yahudileri ve masonları hala Türk, hala müslüman zan ediyorlardı.

Lafınızı bilin! Ne dediğinizi bilin ve yalan söylemeyin, yazmayın. Ya da kendinizi kandırıyorsanız, kandırmayın. Medeni insanlar olun, gerçeklere sadık olun.

Son süreçte o kadar çok cephede milyonlarca kayıp vermiş olmasaydı bu millet, adıtürk dediğiniz gizli Yahudi, mason, İngiltere casusu haine ve çetesine karşı da silah kullanır, harp ederdi. Devlet eliyle yapmak istediği dinsizleştirmeye, namussuzlaştırmaya ve asimilasyona itaat etmezdi. “Sen kimsin, ne halt etmeye çalışıyorsun?” derdi. “Biz vatanımızı, devletimizi, namusumuzu muhafaza için bu kadar bedel ödedik, bu kadar savaştık, bu kadar şehit verdik. Sen şimdi bizim devlet gücümüzle namusumuza ve dinimize ve tarihimize bile nasıl kastediyorsun? Alimlerimize, çocuklarımıza ve kadınlarımıza bile nasıl kastediyorsun?” derlerdi.

Aynı askerler, aynı kadınlar, aynı ihtiyarlar silah kaldırıp ata diye dayattığınız azılı Türk ve İslam düşmanı, azılı namussuz ve hain kişiye ve devlet sistemi içinde ona itaat eden her ama her kese, askere ve polise karşı da savaşırlardı. Olması gereken, hukuka uygun olan, milli güvenliğin gereği olan, namusu ve vatanı korumanın gereği olan da buydu zaten ama organize halde yapamadılar. Çok kayıplar verilmişti, çok feci şartlar içindelerdi.

Yine de memleketimizin elde kalmış toprakları içinden eli silah tutanlar, dili laf yapanlar küçük gruplar halinde ya da şahsi olarak mücadele ettiler. Hatta 1. Mecliste bazı vekiller korkusuzca gerçek Türk ve İslam değerlerini muhafaza etmek istediler, atanıza ve çetesine “Siz gerçekte kimsiniz? Kime hizmet ediyorsunuz? Neden milletler arası anlaşmaların gerçek maddelerini bile şu halktan hatta şu meclisten bile gizliyorsunuz?” dediler ve gerçekten vatanseverlik sergilediler. İhanetlere mani olmak istediler. Hepsi öldürüldüler. Bütün bu hususların her kısmının her türlü şüpheden uzak somut delilleri var. Ne hakla görmezden geliyor ve bir adım daha ileri gidip bir de aksini savunuyorsunuz? Bu ne küstahlık ve buna rağmen kendinizi nasıl oluyor da çağdaş/medeni, aydınlanmış bir kesim olarak tanıtıyorsunuz?

Saltanatın kaldırılması, hilafetin kaldırılması, şer’i mahkemelerin kaldırılması, cumhuriyetin ilanı bile hukuka uygun şartlarda yapılmadı. En mühim kararlar alınırken bile vekiller ya öldürülüyor ya da kapılarına polis/asker konularak evlerinden çıkmaları engeleniyordu. Yine de sonuç alamadılarında atanız “Artık bazı kelleler kesilecektir” diyordu. Sadece vekiller değil, ordu içinde tehdit gördükleri vatansever subaylar da öldürülüyordu. Atanız ve çetesi her safhada İngiltere büyükelçisine danışıyor ve ona güveniyordu.

Şimdi söyleyin, ya siz kimsiniz? Kimlerdensiniz? Ya sizin maksadınız ne? Bunları nasıl olur da görmezden gelerek hala bu devleti ve milleti İngiltere sömürgesi halinde tutmak istersiniz ve bunun mücadelesini verdiğiniz güne güya bayram dersiniz? Bu kadarı gaflet mi, dalalet mi yoksa ihanet mi? Hatta organize halde ihanet mi?

Kanla kurduğunuz bir ihanet rejimini, çoktan yıktığımız Londra dayatması bir sömürge rejimini, yalanlarla ve ihanetlerle müdafaa edemezsiniz. Kandırılmışsanız, işte 15 yıllık çalışmalar, yayınlar, ispatlar ve aldığımız mesafe… İşte en güvendiğiniz yalancı tarihçileriniz bile nasıl bizden kaçıyor, hepsi gözler önünde… Ya aksini ispat edin ya da medeni insanlar olarak hakikatleri kabul edin.

Ya da sesinizi kesin, kafanız kesilmeden önce…
Yetti sizin yalanlarınız, dayatmalarınız, piyonluklarınız, ihanetleriniz, pislikleriniz, peşkeşleriniz, hırsızlıklarınız, yolsuzluklarınız, kara paracılığınız, mafyalarınız, çeteleriniz, sözde aydın insanlarınız, cahilce rejiminiz, oradan buradan çalıntı kanunlarınız ve sisteminiz… Bunların hiçbirini kabul etmiyoruz ve etmeyeceğiz. Gerekiyorsa gerçek bir kurtuluş savaşı vereceğiz, hainliklerinize de son vereceğiz ve ülkemizi gerçek hürriyetine ulaştıracağız.

Nelere sebep olduğunuza bir bakın. Yüz yıldır şu ülke ve millet ne halde bir bakın, evvela insansanız, insan olarak bir utanın… Kendi kesiminizden olan insanların ve bilhassa kadınlarla gençlerin hallerine de bir bakın. Çağdaşlık dediğiniz şeye “hayat/yaşamak” bile denemiyor.


Yüksek okulda bile “İnkılap tarihi” denilen dersi koymuşlardı müfredata…

Alkolik, gündüzleri bile tam ayık gezmeyen, ileri yaşına rağmen gözü kızların, kadınların peşinde olan, konuşurken ağzından tükürükler saçan insan müsveddesi biri giriyordu derse…

Göçmen tipliydi, Türke de hiç benzemiyordu.

Yalanları tarih diye, çağdaşlık diye anlattıkça anlatıyordu. Bir gün yine onun dersindeydik. Aynı şekilde palavralar anlatıyordu. Ben artık dayanamadım, söz hakkı istedim, verdi.

“Hocam! Adıtürk dediğiniz kişi, şu anlattığınız gibi çok halkçı, çok demokrat bir adam idiyse, halkın pek çok değerini değiştirirken hatta alfabesini bile değiştirirken halka sordu mu?” dedim.

Gayet sakin ve medeni bir şekilde sordum. Sesim bile yükselmedi. Herif kilitlendi kaldı. “Sordu, sormaz mı, hep halkı ile istişare etti, halkın tercihlerini dikkate aldı. Gerçek bir demokrattı ve hiçbir zaman hukukun dışına da çıkmadı.” diyebilir mi, mümkün mü bu?

“Kes sesini, otur yerine. Terbiyesiz” dedi. Evet, sadece bunu dedi. Benden aynı seviyesizlikle karşılıklar bekledi, vermedim. Sessiz kaldım ama içimde atom bombası taşıyor gibiydim ve patlamaması için kendimi zor tutuyordum. O kadar rezilce, adice bir karşılık vermişti.

Tam o sıralarda, bir dakika bile geçmeden zil çaldı. Ders bitti, tam yerine denk geldi o zil. Çünkü herif kilitlenmişti, dikkate alınır hiçbir şey diyemiyordu.

O gün boyunca benim sınıfımdan olan olmayan çok sayıda öğrenci yanıma gelerek beni tebrik etmişlerdi. Tuhaf ki bunu açıkça yapamıyorlardı. Bunu yaptıkları için bile başlarına bir şey geleceği endişesi taşıyorlardı. Hep bastırılmışlardı, kendi ülkelerinde kendi fikirlerini hatta ispatlı gerçekleri, gerçek tarihi dillendiremiyorlardı.

Bir sonraki dersinde o sözde tarihçi herif de ezilmişti. Epeyi alttan aldı, hatta bana karşı mahcubiyetini de sergiledi, herkesin anlamasını sağladı. Lakin açıkça özür dilemedi. Ben de üzerine gitmedim, bir daha soru da sormadım.

Bizim de tarihi gerçekler olarak bildiğimiz şeylerin bazıları yalan çıktı, sahte çıktı ve çıkıyor.

Her seferinde her meselede samimi oluyoruz, medeni insanlar gibi tavırlar sergiliyoruz.

Yalanlar ispat edilmişse, doğru bildiklerimiz yalan çıkmışsa, inat etmeye ne hakkımız var. Öyle bir tavır bizi ne kadar çirkin bir hale düşürür.

İnsanız, aldanırız, hata ederiz. Aldatılmışsak, bu bizim suçumuz da değil. İşte Ayasofya meselesinden sözde Fatih Sultan Mehmet meselesine, oradan cemaatimizin başındaki alçaklara kadar neleri neleri çözdük, anladık ve kimse bize doğruları göstermediği halde biz doğruların peşindeydik, o doğruları bulduk. Bulduktan sonra her seferinde çok ama çok sarsıldık ve sonra da doğruları kabullendik. Yetmedi, vazifemiz bilerek herkesi bu hususlarda da ikaz etmeye ve bilgilendirmeye başladık. Samimi olamayanların, sarsılınca nefsine uyanların hatta çirkin karşılıklar verenlerin bütün seviyesizliklerine ve tepkilerine rağmen de susmadık, o sarsıcı ve acı gerçekleri anlatmaya devam ediyoruz.

Her kesimden her insanın böyle medeni duruşu olsa, bu dünyada sorun diye bir şey kalmaz. Her şey çok kısa sürede ve kolayca düzeltilir.

Farklı inanç ve düşüncelere sahip insanlar da birbirleriyle medenice anlaşırlar.

Hiçbir insanın, kesinlikle ispat edilmiş bir hususta, kanıtları, delilleri görmezden gelerek aksini savunma hakkı yok. Bunu yapabilenin, bunu yaparken bir de karşı tarafın üstüne çıkmaya, onu ezmeye çabalayanın hala insan kalıp kalmamış olduğu sorgulanır.

İş oraya kadar gidince savaş kaçınılmaz olur, insanlıktan çıkmış güruhlar kırılıp geçilir. Yoksa onların vereceği eziyetler, sıkıntılar, maddi ve manevi zararlar çekilmez, dayanılamaz seviyede olur. Haklı ve isabetli olan tarafın mensubu olan kişiler arasında sık sık akıl sorunları ve intihar vakaları bile görülür. İnsanların şeytanlaşması her devirde görülür ve şeytanlaşanlar iyi insanların hayatlarını cehenneme çevirirler.

Savaşlar insanlık alemi için çok ama çok büyük şifadır, ilaçtır, rahmettir. Biriyle bile uğraşılamayan insan şeytanlarının on binlercesi, yüz binlercesi eş zamanlı olarak ve kısa sürede öldürülür. Alem huzur bulur.

Şu rüyayı hatırlatmam gerekiyor.


Rüyanın şu kısmı yaşanıyor hatta o kısmının sonundayız:


“Kapıya gelince bir bakıyorum ki kapının diğer tarafında Sabetaycı gizli Yahudi hainlerin atası ve İngiliz casusu Kamal Adıtürk var. Karşıma geçmiş, oradan çıkmamı istemiyor ama güç de yetiremiyor. Yolumu cesurca kesemiyor. Çekinceli bir şekilde kesmeye teşebbüs ediyor. Bedenen zaten kısa boylu, çelimsiz olduğu gibi ayrıca hasta, takatsiz görünüyor.

Bana bir bakıyor, ağırlık/yetki hala kendisinde olan biri gibi davranmak istiyor. “İyice bitmiş bu, uğraşmaya, karşılık vermeye bile değmez” diyorum içimden ve bana göre sağ yandan, ona göre sol yandan geçip çıkıyorum o odadan.”

Tamamen ve açıkça tabir etmem hala mümkün değil, tabii akış bozulur ama en azından şu notları düşebilirim.

Üniversite, yurt, kurs, okul gibi yerler hep hükumet/siyaset, devlet işleridir. Oradan mezun olunmuşsa, artık o kişi devletin başıdır.

Resmen ilan edilmemişse bile yetki, güç ondadır, belki ufak tefek birkaç pürüz kalmıştır ama devlet neredeyse tamamen onun ana hatları ile ilerliyor, yönetiliyor demektir.

Mezun olan diğer kişilerden bir kişi bile ortada yok. Çünkü çoktan oyundan düşürülmüşler. Hepsi ahlaksız ve namussuz kişilermiş. Hükümleri bitmiş. Matematikteki tesirsiz eleman gibiler. Resmen varlar ama nasıl kullanılırsa kullanılsınlar tesir etmiyorlar, edemiyorlar.

Sadece diploma değil, ayrıca asa alıyorum asa…
Bunun ne demek olduğunu tabir etmeye bile gerek yok. Herkes kolayca çözebilecektir.

Bunu gören biri mani olmak istiyor. O kişi Adıtürk… Adıtürk bu rüyada Adıtürkçü kesimi temsil ediyor.

Son bir manevra yapıyorlar, kapının önünü engellemek istiyorlar. Geçmeme mani olmak istiyorlar ama bunu yaparken kendileri bile bunu başaracaklarına inanmıyorlar ve gereğince restleşemiyorlar. Üstelik ne kadar güçsüz, hasta, çaresiz, imkansız şartlarda olduklarını da gizleyemiyorlar.

Ben, bu hallerini görüyorum, biliyorum ve bunları aslında umursamıyorum. Çatışmaya girmiyorum, ciddi karşılıklar bile vermiyorum ve yanlarından geçip yoluma bakıyorum.

Yani son günlerde yaşanan süreç bu kısım…

Güya cumhuriyet kutluyorlar, güya Adıtürk vurguları yapıyorlar. Bunu bile korkarak, inanmayarak, çekinerek ve çok zayıf tonda yapabiliyorlar. Ben ise “Bunlar zaten yıkıldı, kuru gürültü çıkartıyorlar ve onu bile başaramıyorlar” diyerek geçip gidiyorum

Hemen sonrasında kendimi güzel bir gündüz vaktinde, güzel bir havada, asfalt yolda yürürken görüyorum.

O Emin kim Emin? Yüzbaşıoğlu mu, başka bir kişi mi?

Üniversiteden mezun olmuşum. Üstelik ahlakını ve dinini koruyarak bunu yapabilmek imkansız gibiymiş ama yapmışım. Bunu bir tek ben yapabilmişim. Yetmemiş, diplomamı/karnemi de almışım. Yetmemiş karne, gazeteye dönüşmüş ve tarihi hadiseler haber olmuş o gazetede…

Yetmemiş bir de asa almışım. Yetmemiş bir de hiç takılmadan ve sorun yaşamadan kapıdan çıkabilmişim.

Bütün bunlar da yetmemiş ve iki kürek kemiğim arasından çıkan bakır teli boynumdaki yerine çıtçıt misali takmışım ve “İşte şimdi oldu” demişim.

Daha ne olsun?

Şu yayına tekrar bakmanızda da faydalar var.

Akademi Dergisi | Mehmet Fahri Sertkaya

Çok kutuplu bir dünya olmayacak.

Tek kutuplu bir dünya düzeni devam edecek. Tek kutup olan Londra tamamen ve açıkça çökecek. Onun yerine İstanbul tamamen ve artık açıkça dünyanın tek kutbu olacak.

“Tek kutuplu dünyadan çok kutuplu bir dünyaya geçmek istiyoruz” mealinde cümleler kurarken hala Londra ile danışıklı dövüşen taraflara, bilhassa Rusya/Putin tarafına hiçkimse itibar etmemeli ve onlarla boşa vakit ve emek kaybetmemeli.

Akademi Dergisi | Mehmet Fahri Sertkaya

Güvenli liman yok


Ne diyorsunuz?
Dolar 60 lira mı, 100 lira mı, 140 lira mı olur?

Olsa bile orada durur mu sonra hemen dolar da mı çakılır?

Ya da önce dolar mı çöküşe geçer, hemen arından lirayı da yanına mı çeker? Beraberce mi çökerler?

Neresinden bakarsak bakalım, krizleri fırsata çevirmeye çabalamak mantıklı değil, aşırı riskli ve altından daha güvenli bir liman yok.

Akademi Dergisi | Mehmet Fahri Sertkaya

Çok sarsıcı Kabe ve Mescid-i Haram gerçekleri


Deyin ki: “Biz; Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakup’a ve onların soyundan gelenlere indirilene; Musa’ya, İsa’ya ve diğer nebilere Rabb’lerinden verilenlere, iman ettik. Onları birbirinden ayırt etmeyiz. Ve biz O’na teslim olanlardanız.”

Bakara suresi, 136. ayet

Yoksa siz: “İbrahim de İsmail de İshak da Yakup da torunları da hep yahudi veya hıristiyan idiler.” mi diyorsunuz? De ki: “sizler mi daha iyi bileceksiniz, yoksa Allah mı? Allah’ın şahitlik ettiği bir gerçeği bilerek gizleyenlerden daha zalim kim olabilir? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.

Bakara suresi, 140. ayet

Onlar, gelip geçen ümmetlerdi (İslam dinine mensup ümmetlerdi ve başka dinlere mensup değillerdi. Onların hepsi müslümandı. Ve siz de müslüman bir ümmetsiniz). Onların kazandıkları onlara; sizin kazandıklarınız sizedir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz.

Bakara suresi, 141. ayet

Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun.” denildiği zaman, onlar: “Hayır! Biz, atalarımızdan gördüğümüz şeylere uyarız.” derler. Ya ataları akıllarını kullanmayan ve doğru yolu bulamamış kimselerse?

Bakara suresi, 170. ayet

Dikkatle okuyun:

📎 Sözlükte “dört köşeli veya küp şeklinde olmak” anlamındaki ka‘b (كعب) kökünden gelen ka‘be “küp şeklinde nesne” demektir.

Kur’ân-ı Kerîm’de adı iki defa geçen Kâbe’ye (el-Mâide 5/95, 97) bir kısmı yine Kur’an’da yer alan şu isimler verilmiştir:

Beyt (el-Bakara 2/125, 127, 158; Âl-i İmrân 3/96, 97; el-Enfâl 8/35; el-Hac 22/26; Kureyş 106/3),

Beytullah, el-Beytü’l-atîk (el-Hac 22/29, 33),

el-Beytü’l-harâm (el-Mâide 5/2, 97),

el-Beytü’l-muharrem (İbrâhîm 14/37),

el-Mescidü’l-harâm (el-Bakara 2/144, 149, 150; el-Mâide 5/2; et-Tevbe 9/7, 19, 28),

el-Beytü’l-ma‘mûr (et-Tûr 52/4),

el-Meş‘arü’l-harâm, Beniyye, Devvâre, Kādis, Kıble, Hamsâ, Müzheb

Halk arasında daha çok Kâ‘be-i Muazzama tabiri kullanılmaktadır.

Dikkat ediyor musunuz, konuya giriyoruz yavaş yavaş…


“Temeli yükseltmek” ne demek?

Bakara suresi, 127. ayeti:

“Hani bir zamanlar İbrahim, İsmail ile birlikte Beyt’in temellerini yükseltirken: “Ey Rabb’imiz! Bunu bizden kabul et; kuşkusuz Sen, Her Şeyi İşiten ve Her Şeyi Bilen’sin.”

وَإِذْ يَرْفَعُ إِبْرَاهِيمُ الْقَوَاعِدَ مِنَ الْبَيْتِ وَإِسْمَاعِيلُ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا إِنَّكَ أَنتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

Ve iz yerfeu ibrahimul kavaide minel beyti ve ismail rabbena tekabbel minna inneke entes semiul alim.

📎 Sözlükte “oturmak” mânasındaki kuûd masdarından türeyen kāide (çoğulu kavâid) “binanın üzerine dayandığı temel, bir şeyin aslı, esası” anlamına gelir ve bu anlamıyla Kur’an’da iki yerde geçer (el-Bakara 2/127; en-Nahl 16/26).

Bir yapı var, kaideler yani taşıyıcı sistemler üzerine oturmuş ve o yapının oturduğu yükseklik artırılıyor. Böylece yapı, daha düşük yükseklikte iken daha yukarıya, göz önüne çıkartılıyor.

Bu işi, hizmeti, hz İbrahim ile hz İsmail beraberce yapıyorlar. Dikkat edin, o yapıyı yapmıyorlar, temelini, taşıyıcı sistemlerini yeniden ayarlıyorlar. Yükseğe çıkartıyorlar, meydana çıkartıyorlar.

Hatırlayacak mısınız şu aşağıdaki gibi yayınlarımı…


Duydunuz mu, üstlerindeki tavan çökmüş…

Elmalılı Hamdi Yazır Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali

Evet, onlardan evvelkiler hileler kurmuşladı, Allah da kurdukları bünyana kaidelerinden geldi de sekıf, tepelerinden üzerlerine çöktü ve azab kendilerine duyamıyacakları cihetten geldi

Elmalılı (sadeleştirilmiş)
Onlardan öncekiler, tuzaklar kurmuşlardı. Allah da kurdukları binalarına temellerinden geldi (çökertti) de tavan tepelerinden üzerlerine çöktü ve azap onlara farkedemedikleri bir yönden geldi.

Daha önceki yayınlarda, farklı zamanlarda tekrar ederek anlatmıştım. Daha önceki peygamberler zamanında da yer altı şehirlerinin halkları ile mücadeleler yaşandı. Onların şehirlerinin çatıları hiç anlayamadıkları şekilde bir anda başlarına çökertildi.

Hatta hala çatısı çökük halde şehirler bulunduğunu da konu etmiştim. Geçmişte ilgili yayınlar var. Bir taraftan metafizik çatışmalar devam ediyorken, bir yandan da bu konularda birkaç satır yazıyorum. Detaylı ve hazırlıklı bir yayın yapıyor değilim. Geçmiş yayınları isterseniz gözden geçirebilirsiniz.

Yine geçmiş yayınlarda anlatmıştım ki yer altı şehirlerindeki çok yüksek teknoloji seviyesi sayesinde, manyetik alan teknolojisi kullanılarak, çok büyük ağırlıklar taşınabiliyor ya da havada sabit tutulabiliyor. Bu teknikle, devasa bir çatının altına çok yüksek sayıda ve kocaman kolonlar koymak yerine, manyetik alan tekniğine dayalı taşıyıcı kaideler, sistemler kullanılıyor.

Çok uzun ve geniş ve çok sayıda kolonlar yerine, belli aralıklarla manyetik taşıyıcılar konuyor ve böylece çatı taşınıyor. Bu, hem göze daha hoş geliyor. Hem daha hızlı yapılabiliyor. Hem daha ağır yükleri taşıyabiliyor. Hem de yapı malzemeleri kullanılmadığı için sık sık tadilat yapmaktan da kurtulmuş olunuyor.

En doğrusunu Allah biliyor ama Bakara suresi 127. ayetinde gerçek Mescid-i Haram’dan bahsedilirken, onun temelinin sabit olmadığı, yüksekliğinin ayarlanabildiği anlaşılıyor. Çok yüksek teknoloji ile yapılmış bir mescid/kıble olduğu anlaşılıyor. Tıpkı İstanbul’daki gerçek Mescid-i Aksa gibi…

Bünyan sadece yapı, bina demek değil. Bünyan, aynı zamanda boy ve pos demek. Genişliği ve yüksekliği olan şey demek. Yani kocaman bir yer altı şehri de bir manasıyla bünyan demek. Çünkü hem enine geniş hem de boyuna yüksek bir yer…

Detaylara girmiyorum, konuyu çalışacak olanlar, Kayseri’nin “Bünyan” ilçesine neden o isim verilmiş diye de sorgulasınlar. Çok sarsıcı bilgilere ulaşmaları mümkün.

Kabe hz İbrahim’den önce yoktu. Gerçek Mescid-i Haram hz İbrahim’den önce vardı. Şu günümüzdeki küp şeklindeki kabe, gerçek Mescid-i Haram değil.

Gerçek Mescid-i Haram, hz İbrahim’den önce yıkılmamıştı, yok olmamıştı, korunmuştu. Çok yüksek teknolojiye sahip olan ve dünyanın tamamına hükmeden kafir idarecinin yani Nemrud’un devrinde, gerçek Mescid-i Haram’a zarar gelmesin diye, daha da yüksek teknoloji ile korunmuştu. Hz İbrahim ise kafirlerin iktidarını yıktıktan, Nemrud’u da öldürdükten sonra gerçek kıblemizi yani gerçek Mescid-i Haramı yeniden meydana çıkarttı.

Allah’ın beytini/evini yani gerçek Mescid-i Haram’ı İbrahim peygamberin inşa ettiği bilgisi de doğru değil. O sadece yerini tespit ederek ve temelini yükselterek gerçek Mescid-i Haram’ı meydana çıkarttı.


Bir vakit İbrâhim’e Kâbe’nin yerini hazırlayıp göstermiş ve şöyle buyurmuştuk: “Bana hiçbir şeyi ortak koşma. Evimi, onu tavaf edecekler, huzurumda ibâdete duracaklar, rukûya varıp secde edecekler için her türlü kirden temiz tut!”

Hac suresi, 26. ayet

Nuh tufanından sonra, hz Nuh dünyaya gemisiyle geri döndü. Bu gezegende yeniden insanoğlunun hayatı başladı. Geçmişte tekrarla anlatmıştım ki hz Nuh, tufan sırasında başka gezegenlere de gitti. Gemisi de uzay gemisi gibiydi. Nuh peygamber zamanında da çok yüksek bilim ve teknoloji vardı. O kadar hayvan türünü, yüksek bilim ve teknoloji sayesinde gemiye alabildi. Nuh peygamber kavmine “Görmüyor musunuz, Allah yedi kat semayı nasıl yaratmış” diyordu. Bunu dediği ayet-i kerime ile sabit. Teknolojisi olmayan, uzayı ve sema katlarını görüntüleyemeyen bir kavme böyle bir söz söylenir mi?

Nuh peygamber gezegenimize geri döndüğünde de hala elinde bilim ve teknoloji vardı ve kaldıkları bilim ve teknoloji seviyesinden hatta belki de daha ileri seviyeden başladılar hayatlarına yeniden dünyada devam etmeye…

Yanlarında başka dünyaların insanlarından olan kişiler de vardı.

Onlara Kur’an-ı Kerim’de “ümmetler” deniliyor. Onlar da yardımcı oldular ve dünyada hızlıca yeniden imar başladı. Zaten müslümanlara karşı çıkabilecek, mani olabilecek hiçkimse kalmamıştı.

O halde gezegeni maddeten/fiziken imar ederken bir yandan da manen imar edecekleri için, gerçek kıbleyi ne yaptılar? Bulmadılar mı, meydana çıkartmadılar mı ya da yıkılıp tahrip olduysa tamir etmediler mi ya da yeniden inşa etmediler mi?

Bunlardan birini hemen yapmamalarına ihtimal var mı? Çünkü geldikleri gün bile vakit namazlarını kılmalılar ve kıbleye dönmeliler. Olmayan kıbleye dönülür mü? O halde mecburen daha ilk günlerde bile kıble bulunmuş, meydana çıkartılmış olmalı ya da hemen inşa edilmiş olmalı.

İbrahim peygamber, Nuh peygamberden çok sonra geldiğine göre… Dünyada çoktan beri müslümanların kıblesi olduğunu anlamak mümkün.

Lakin, Nuh tufanı gibi büyük bir afet yaşanmıyor olsa da Nemrud gibi büyük bir bela, dünyanın tek hükümdarıydı. Dünya tek devletti ve tek hükümdar oydu. Azılı bir islam düşmanıydı ve elinde çok yüksek teknoloji vardı. Hz Allah, beytini yani Mescid-i Haramı koruyordu. Nemrud’un işi bitince, o öldürülünce de gerçek Mescid-i Haram’ın yerini hz Allah peygamberi İbrahim aleyhisselama gösterdi ve hz İbrahim’i vesile ederek mescid-i haram yerine konduruldu.

Hz İbrahim ve oğlu hz İsmail, sadece nerede olduğunu bulma, yerine kondurma, yüksekliğini ayarlama, meydana çıkartma kısmına vesile oldular. Mescid-i Haram’ı onlar inşa etmediler.

Hadis-i şeriflerde, Deccal’ın yağmurlar yağdıracağı, kıtlığa sebep olacağı ve daha pek çok şey haber verilmiş. Bu gün o hadislere baktığımızda anlayabiliyoruz ki Deccal, yüksek bilim ve teknoloji sayesinde tabiatın dengelerine müdahale edecek. Elektromanyetik alanlar kullanarak dünyanın tabii manyetik alanlarını yönlendirecek, başka tekniklerle dünyanın gaz dengesine müdahale edecek ve bunun sonucu olarak suni yağışlara, sellere, afetlere, sıcaklara ve kuraklıklara sebep olacak İstediği yerde kuraklığa, istediği yerde berekete vesile olacak. Deccal’ın elinde de Nemrud’da olduğu gibi yüksek bilim ve teknoloji olacağı anlaşılıyor.

Yine hadis-i şeriflerden açıkça anlaşılıyor ki Deccal Mescid-i Aksa’ya ve Mescid-i Haram’a giremeyecek. Buna gücü yetmeyecek.

Lakin görüntüye bakarsak çoktan girmemiş mi? Eğer görünürde olanları gerçek Mescid-i Aksa ve gerçek Mescid-i Haram kabul edersek, çoktan Deccal oralara da girmiş, hakim olmuş, her türlü oyununu oynamış ve oynuyor. Kabe’nin hemen etrafı bile satanist sembolleriyle dolu ama şu andaki kabenin kendisi de zaten İslami bir mana ifade etmiyor.

Deccal, gerçek Mescid-i Aksa ile gerçek Mescid-i Haram’ın yerini bulsa bile o alanlara giremiyor. Yüksek bilim ve teknoloji seviyesi de yetmiyor ve giremiyor. Daha önce tekrarla anlatmıştım ki Deccal, Karun’un hazinelerinin bulunduğu ve yere batırılmış olan o saraya da gidemiyor. Yerin altında hala o saray ve o hazineler ama ona elini süremiyor. Bilim ve teknoloji seviyesi bu gibi yerlere ulaşmasına, girmesine, ele geçirmesine yetmiyor. Çünkü bu gibi yerler çok daha yüksek teknoloji seviyesiyle korunuyor. Etraflarındaki koruma kalkanlarını Nemrud da kıramadı, Deccal da kıramıyor. O Karun’un hazinelerini bile hz Mehdi meydana çıkartacak. Hz Mehdi’deki teknoloji ve manevi tasarruf bunu yapmasına yetecek.

Hep anlattım ki hz Mehdi’nin hayatı, büyük peygamberlerin hayatları gibi olacak. Yani büyük peygamberlerin büyük imtihanları ve yaşadıkları çok sarsıcı hadiseler aynen ya da çok benzeyen şekillerde hz Mehdi’nin hayatında da olacak. O da böyle şeyler yaşayacak. Yine anlatmıştım ki Ye’cüc ve Me’cüc denilen iki uzaylı ümmet yani uzaylı insan türü, dünyamıza kalabalık halde gelerek dünyadaki herkesi katledecekler. Sadece Hz İsa, hz Mehdi ve ayrıca onlara samimiyetle tabi olmuş bir avuç gerçek mü’min sağ kalacak.

Onlar da Tur-i Sina denilen o olağanüstü teknolojili araca girerek hayatta kalabilecekler. Çünkü, saldırganların teknolojileri o araca zarar vermeye yetmeyecek. Burada da koruma kalkanı ve daha başka koruma teknolojileri söz konusu ama bu hadise yaşanınca, hz Mehdi devrinde bir çeşit Nuh tufanı yaşanmış gibi olacak. Çünkü Nuh tufanında olduğu gibi o vakit de dünya insanlığının neredeyse tamamı kısacık sürede yok olacak. Dünya insanlığı bir avuç insan vesilesiyle yeniden dünyada yayılacak, nüfusunu artıracak. Ya hz İsa ya hz Mehdi insanlığın üçüncü babası olacak. Birinci baba hz Adem, ikinci baba hz Nuh, üçüncü baba ise hz İsa ve/veya hz Mehdi olacak.

İşte bunun gibi hadiseler hz Mehdi’nin hayatında hep olacak. Hz İbrahim, uzun bir aradan sonra, Nemrud devri bitince, gerçek beyti yani gerçek Mescid-i Haram’ı nasıl meydana çıkarttıysa, hz Mehdi de öyle yapacak. Ya da hz İsa yapacak ya da ikisi beraber bunu yapacaklar.

Nasıl? Yeniden inşa ederek mi? Hayır… Yeniden Mescid-i Haram’ın temelini yükselterek.

Yeniden inşa etmeyecek, çünkü Mescid-i Haram da tıpkı Mescid-i Aksa gibi şu anda mevcut. Var bunlar, yok olmadılar. Bunlar yok edilemiyorlar. Belki de Mescid-i Haram Adem babamız zamanında hatta daha önceki Adem babalar zamanında bile vardı.

Bunlar varlar, mevcutlar, çünkü peygamberimiz gerçek Kudüs olan İstanbul’daki gerçek Mescid-i Aksaya dönerek namaz kıldı. Sahte Mescid-i Aksa da aynı yönde kaldığı için ona dönerek namaz kıldığı zan ediliyor ve sözde Süleyman tapınağını yani Yahudilerin kıblesini kıble yaptığı zan edilerek kendisiyle alay ediliyordu. “Muhammed’in bir kıblesi bile yok” deniliyordu.

Eğer o dönem boyunca döndüğü o yönde yani İstanbulda gerçek Mescid-i Aksa bulunuyor olmasaydı, oraya dönmezdi. Olmayan bir şeye dönülmez. Olmayan bir şey kıble de olamaz.

Sonra… Kıblenin değiştirilmesini arzu etti, Allah’tan istedi ama uzun zaman sonra beklediği izin/ayet geldi. Yüzünü bu defa ilahi emir/ayet gereği gerçek Mescid-i Haram’a döndü. Lakin insanlar bu defa da Kabe’ye döndüğünü zan ettiler. Oysa gerçek Mescid-i Haram o hizada/yöndeydi. Yani sahte Mescid-i Haram ile aynı yöndeydi.

Eğer gerçek Mescid-i Haram o yönde olmasaydı, peygamberimiz “Mescid-i Harama dön” emrine uyarken, yüzünü o yöne dönmezdi. Olmayan bir şeye dönülmezdi ve olmayan bir şey kıble olamazdı.

Bunlardan anlayabiliyoruz ki o vakit gerçek Mescid-i Aksa da gerçek Mescid-i Haram da mevcuttu ve onlara dönüldü. Şimdi de mevcutlar ve yukarıda anlattığım gibi, vakitleri gelince ikisi de gün yüzüne çıkartılacaklar. Muazzam teknolojili ve sanatsal değeri çok yüksek, etkileyici yapılar oldukları görülecek.

Yani hala “Süleyman mabedi” hedefi peşinde koşan Yahudiler, kandırılıyorlar ya da kendilerini kandırıyorlar. Gerçek Süleyman mabedini yani gerçek Mescid-i Aksa’yı onların beklediği ve hiç gelmeyecek olan bir mesih değil, hz Mehdi meydana çıkartacak. Ya da hz İsa meydana çıkartacak. O da sahte Kudüs’te değil, gerçek Kudüs olan ve şu andaki adı İstanbul olan yerde çıkartacak. Kuvvetli ihtimal şu ki hz Mehdi gerçek Mescid-i Aksa’yı İstanbul’u fethettikten kısa süre sonra meydana çıkartacak, fethin gerçek sembolü de satanist mabedi Ayasofya değil, o gerçek Mescid-i Aksa olacak. Hz İsa da gerçek Mescid-i Aksa’ya inecek. İblis’in hileleri, kandırmaları da son bulacak.

Filistin’deki sahte Kudüs’teki Mescid-i Aksa denilen o iki mescid de gerçek olmadığı gibi o arazi de gerçek Mescid-i Aksa’nın arazisi değil. Yahudilerin zan ettiği gibi Süleyman mabedi de o arazide değildi ve yeniden oraya da inşa edilmeyecek.

İblis türlü türlü oyunlar kurdu, aldattı, aldatıyor. Onun işi bu, Ademoğullarına düşmanlık…

Sadece iki ayet-i kerimede “ka’be” denildi. Yani dört köşeli bir yapı olduğuna işaret edildi ama diğer bütün ayetlerde ya beyt denildi ya da başka isimlerle o yapıdan yani kıblemizden bahsedildi.

“Ka’be” denilen o iki ayet ile de şu günümüzdeki küp şeklindeki sahte beyt değil, şu anda dünyadaki insanların bilemediği, göremediği gerçek beyt, gerçek Mescid-i Haram kastedildi. Çünkü gerçek beyt de dört köşesi bulunan bir yapı.

🖕🖕🖕

Yani o Ayasofya, gerçek Mescid-i Aksa’nın yerine İblis’in sembolleştirdiği bir oyuncaktan, tuzaktan, aldatıcılıktan, oyalamadan başka bir şey değil.

Şu anda Filistin’de bulunan o sahte Mescid-i Aksa da Ayasofya’dan farklı bir şey değil. Aynı şekilde bir oyalama vesilesi, bir oyuncak, bir tuzak…

Ağır konular bunlar…
Yine sakin sakin devam edeceğim. Hızlı gitmeyeceğim. Zamanı geldikçe başka başka şekillerde de anlatacağım, başka sarsıcı gerçeklere de bağlayacağım ve başka dini ve tarihi delilleri de gözler önüne sereceğim. Biraz daha tartışılsın, sindirilsin önce…

Akademi Dergisi | Mehmet Fahri Sertkaya

TR’deki kimliği açık Yahudiler ve gizli kimlikli kripto Yahudiler daha da baskı altına alınmalı


Bunların hepsi bu ülkeden kovulmalı, dışlanmalı. İsrail’e gitmeliler. Zaten onlara piyonluk ediyorlar, onlarla birlikte yok olmalılar.

Ankara çetesini de hala destekliyorlar, hala TR’nin ilan edilmemiş sömürge ülke ayarında kalması için çırpınıyorlar, bu nedenle de cezalarını bulmalılar.

TR’deki şirketleri, işletmeleri, mağazaları, depoları, meşhur internet sisteleri ve bunların arka planındaki ofisler, depolar, araçlar basılmalı. Hatta TR’deki açık ve gizli Yahudilerin evleri bile basılmalı, alınıp toplanmalılar ama kadınlarına ve çocuklarına dokunulmamalı.

Bizim yurdumuzda asırlardır bize her kötülüğü edenler, sömürmeci ülkelere piyonluk edenler, her türlü ahlaksızlık ve namussuzluğu yaygınlaştıranlar, her türlü tefecilik ve faizciliği normalleştirenler, mason tarikatı üzerinden Türkiye’ye ve bölgeye hala her kötülüğü yapmakta olanlar, kara para ve terör işlerinin başında da olan bu kişiler artık bu ülkede yaşatılmamalı.

Karışsın artık TR, karışsın artık orta doğu, karışsın artık bütün dünya…

Dünya insanlığı bu pisliklere tahammül etmek zorunda değil.

Öyle Yahudilerden olmayanlar da kaos sırasında zarar görmemek için, yine de TR’den çıksınlar.

Mesela Alarko’nun her şeyi, Türkiye’nin her yerinde hemen basılmalı, işlemez hale getirilmeli. Çalışanları arasından kimliği açık Yahudi, gizli Yahudi, gizli Ermeni, gizli Rum ve mason olanlar toplanıp alınmalı.

TR üzerinden İsrail’e ve Londra’ya ve ABD’ye ve Rusyaya ve Çin’e ve Arap denilen Çingenelere güç/destek sağlayan her şey bir an evvel çökertilmeli.

Bu, devletimizin öncelikli vazifesi ama devlet elden çıkmışsa ve bu soruşturmalar, operasyonlar, yargılamalar, cezalandırmalar yapılmıyorsa, bunu halkımız bir kurtuluş savaşı görerek yapmalı.

Bizden beslene beslene bizi sömürmelerine, bizi kasten hasta etmelerine, bizi bilerek çökertmelerine, eğitme öğretme sistemimizi çökertmelerine, bize inat sözde cumhuriyet ve adıtürk nutuklarına atmalarına, terör örgütlerini TBMM’ye doldurmalarına, kara paracılık hatta organ ve insan kaçakçılığı yapmalarına, ülkeyi yüz yıldır kaosa sürüklemiş sözde yasaları yürürlükte tutmaya çalışmalarına ve saymakla bitmez kötülüklerine, hak ettikleri karşılıkları vermek milletimizin de vazifesi. Madem ki bunlar devlet sistemimizi kilitlemişler, o halde yeni bir kuvayı milliye farz olmuş.

Akademi Dergisi | Mehmet Fahri Sertkaya