Hazret-i üstazımız tarafından yazıldığı söylenilen, onlarca senedir cemaatimizin mensuplarına bu iddia ile okutulan, sahiplenilmesi ve baş tacı edilmesi sağlanan bazı mektupları ve risaleleri aslında kim yazdı…
Dar vakitte, çok sayıda işin arasında bu gibi yazıları peş peşe yazıyorum. Bu nedenle de sözü hiç uzatmadan, hatırlatmalar yapmadan, geçmiş yayınlara bağlamadan, bazı kısımları izaha girmeden, en can alıcı ve özet kısmından yazıyorum.
O mektupları ve risaleleri hazretimiz yazmadı. Hazretimiz sadece Kur’an harf ve harekelerini dahiyane bir usulle öğreten meşhur Elif cüz’ünü yazdı/hazırladı. Zaten ümmetin kaynak eser sıkıntısı yoktu, yok ve kendileri bunu defalarca ifade ettiler. Hatta o devrin büyük bir fitnesi vardı ve şakirtler üzerine büyük oyunlar oynanıyordu. Sözde üstadları olan, aslında gizli Ermeni ve hristiyan bir piskopos olan Said-i Nursi’nin adıyla neşredilen kitaplar her yere yayılıyordu. Shell firması bile bu risalelerin, bilinen adıyla Risale-i Nur’un baskı ve dağıtma maliyetlerini karşılıyordu. Masonlar bu sözde İslami risaleleri dağıtmak için seferber oluyorlardı. Aslında Fener Rum Patrikhanesindeki müşteşrikler ve hristiyan din adamları tarafından yazılan bu risalelerin, Kur’an-ı Kerim’in yerine hatta önüne konulması planlanıyordu. O devrin şartlarını çok iyi bilmek, anlamak gerekir ki o devrin içindeki bir hakiki mürşid-i kamilin neden böyle hareket ettiğini anlamak mümkün olsun. Kendisi de eserler yazsaydı, kendisinden sonra, cemaatin içindeki kripto kişiler, söz konusu eserlerini tahrif edeceklerdi. Belki onlar da Kur’an-ı Kerim’in dahi önüne geçirmeye kalkacaklardı. Bu kısımlara dair geçmiş yıllarda çok şeyler yazdım ama vakti gelince bu hususları derli toplu şekilde, uzun uzun ve belki de sesli olarak anlatacağım.
Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) tarafından yazıldığı iddia edilen o mektupları ve risaleleri yazan kişi Muhammet İhsan Oğuz’dur ki o da Sabetaycı bir gizli Yahudiydi. Müslüman rolü oynayarak müslümanlara tuzak kuran hainlerden biriydi. Onun risalelerini, üstazımızın risaleleri olduğu iddiasıyla cemaatimizde okutanlar da çoğunlukla cemaatimiz içindeki Sabetaycı Yahudilerdi. M. İhsan Oğuz da Sabetaycı bir kripto Yahudi olduğu halde, bu yalanlara gereğince müdahale etmedi. “Hayır, bu eserler benimdir, böyle iddia edemez, bu şekilde yayamazsanız” derdi hatta hukuk yoluyla hareket etse, çok şeylere sebep olabilir. Lakin yapmadı.
Aşağıda bu mektupların ve risalelerin aslında kim tarafından yazıldığını gözler önüne seren, pdf halinde açılabilen/indirilebilen bir çalışma/dosya var. Bu dosyayı hazırlayanlar ve yayanlar da kripto kişiler. Lakin dosya ciddiyetle ve tamamına yakını doğrulara sadık kalınarak hazırlanmış. Biz müslümanlar söyleyene değil, söylenene bakarız. Firavun bile doğru söylese “doğrudur” deriz. Söz konusu çalışma, bu husustaki hakikati açıkça gözler önüne sermişken, söyleyenler doğru kişiler değiller diye hakikati inkar etmeyiz.
Bu dosyayı hazırlatanlar arasında, gizli Ermeni ve misyoner olduğunu, İHH kurucusu olduğunu, cemaatte eskiden en merkez noktalarda bulunduğunu, AKPKK projesi ile yoluna devam ettiğini, organları için insanların öldürülmesi dahil her türlü kara para işi yaptığını yazdığım avukat Zeki Çalışkan da var.
Zeki Çalışkan, seneler önce bu meseleyi sosyal medya hesabında uzun uzun konu etti, tartışmaya açtı ve arkasında dik durdu. Belki benim de müdahil olmamı bekledi ama ben hiç karışmadım. Zira anlatılanların tamamı doğruydu, ispatlıydı ve acı bir hakikat karşımızda duruyordu.
Bu ön bilgilerle şu aşağıdaki pdf dosyası incelenince, hakikatın herkesin gözleri önünde apaçık olduğu ama hazret-i üstazımızın alemi değişmesinden önce ve sonra cemaatimiz içinde çok sayıda kripto kimlikli kişiler olduğu ve bazı hususlarda tahrifatlarının ileri seviyede olduğu anlaşılabilecektir. Hazretimizin, küfrün en şiddetli zamanında dahiyane bir siyasetle aslında bunların içine sızdığı, İslam’a hizmet etmenin mümkün olmadığı şartlarda bu dahiyane siyasetle buna meydan açtığı ve bu kısmın detayları anlaşılabilecektir.
Mücadelemi, yazılarımı, sürekli olarak takip eden kardeşlerimiz, bir süre önce Mehmet Yetkin’e ve Halil Yurtsever’e ve daha başka başka kişilere kripto dediğimi, gizli Ermeni ve gizli Hristiyan dediğimi ya da gizli Yahudi dediğimi ya da mason dediğimi hatırlarlar.
O zamandan bu ana kadar, bu konularda bana tek kişi bile dönüş yapmadı. “Siz ne diyorsunuz, olur mu hiç öyle şey?” diyemediler. Kendilerini de savunamadılar, yakınları ve mesai arkadaşları da bunları savunamadı. “Şerefiyle, samimiyetiyle, imanıyla, takvasıyla dinimize, milletimize, devletimize hizmet etmiş olan benim babama/amcama/dayıma siz kim oluyorsunuz da hain diyorsunuz? Gizli kimlikli diyorsunuz? Haddinizi bilin? Ayrıca Türkiye bir hukuk devleti, bu yayınları/iftiraları kaldırın yoksa sizden davacı olacağız” diyen hiç kimse de çıkmadı. Mason tarikatından da bir yalanlama gelmedi. Alihan Kuriş ve Gülderen Kuriş ne kadar susuyorsa, diğerleri de aynı endişe ve panikle o kadar susuyorlar. “Sükut ikrardan gelir” denildiği gibi, hepsi birden sustular, susuyorlar.
Cemaatimizin içini, tıka basa gizli Yahudilerle, gizli Ermenilerle, gizli masonlarla, kara paracılarla, hainlerle doldurmuşlar. Dinimize, ümmetimize, peygamberimize, hazretimize, milletimize/devletimize ihanet eden münafıklarla doldurmuşlar. Yanı sıra yaptıkları insanlık dışı kara para işleri ise ayrı bir dert…
Henüz bunların sadece birkaç tanesini ifşa ettim. Bunlardan bir kişi var ki bu güne kadar aleyhinde tek bir söz bile etmedim. Son zamanlardaki sarsıcı ifşalarıma/yayınlarıma herkesten çok o kişi destek vermeliydi ve o bilinen tok sesiyle “Evet kardeşlerim, şükürler olsun ki bu günleri de gördük. İçimize sızmış bu hainlerin ifşa olmaya başladıklarını da gördük” diyerek söze başlamalı ve ardından iki saate yakın sohbet etmeliydi. Sohbetine bol bol hatıralar eklemeli ve “Biz Lütfü Ağabeyden, biz Müftü ağabeyden böyle duyduk, dinledik. Buyururdu ki…” diye anlatmalı, takviye etmeliydi. Yapmadı…
Sohbetleri onlarca senedir çok çok beğenildiği ve istifade edildiği halde, kayıt edilmesine ve yayılmasına, istisnalar hariç asla izin vermeyen, kayıt edip yaymak isteyenleri cehennemle korkutan bu kişinin kim olduğunu arif olanlar çoktan anlamıştır. Son derece muttaki, son derece gayretli, son derece samimi ve hakiki bir hizmet adamı görüntüsüyle onlarca senedir sahada olan bu kişi, sürekli hatıralar uydurmak ve bunlarla kardeşlerimizi yönlendirmek zorunda olduğu için mi, siyasi hiçbir yönü bulunmayan dini sohbetlerinin kayıt edilmesine ve yayılmasına izin vermedi. Bu ilim kıtlığı zamanında, ilim yokluğunun maddi ve manevi felaketlerin yayılmasına sebep olduğu bu deccal çağında, bu zulüm ve gözyaşı çağında neden sohbetlerinin kayıt edilmesine ve yayılmasına bu kadar karşı çıktığı hususu bile üzerinde günlerce konuşulacak bir husus…
Söz konusu kişi de sustu. Çünkü, neler bildiğimi, ne yapmaya çalıştığımı anlayabilecek, bunu öngörebilecek vasıfta ve öğrenebilecek bağlantılar içinde olan bir kişi o…
O kişi Behlül Karak…
Belki de yazının bu kısmına geldiğinde “Hayır, olamaz, o kadar da değil” diyen samimi kardeşlerimiz olacaktır. Lakin, acı gerçek bu… Behlül Karak da gerçek kimliğini ve dinini, ayrıca bağlantılarını gizleyerek onlarca senedir Süleymanlı bir hoca efendi rolü oynadı. Behlül Karak da daha çok gizli Ermenilerin sızmış olduğu şu cemaatimizin içindeki gizli Ermeni ve gizli hristiyanlardan olan bir kişi. Ermeni olsa da Katolik hristiyan olan bir kişi.
Hatta öyle bir kişi ki bağlantıları çoktan dünya geneline yayılmış, katolik Hristiyan alemindeki en üst kişiler tarafından gerçek kimliği bilinen, saklanan ama irtibat halinde olunan bir kişi. Türkiye, gizli Ermeni ve gizli piskopos olan Said-i Nursi gerçeğini/şokunu ve ayrıca gizli Ermeni ve gizli kardinal olan Fethullah Gülen gerçeğini çoktan sindirdi, kabullendi. Lakin Türkiye’de sadece bir tane gizli kardinal yok.
O gizli kardinallerden biri de Behlül Karak… Kırmızı kardinal şapkası takarak, dünyanın farklı yerlerindeki hristiyan cemaatlerinin içinde gizlice hristiyan ibadetleri yapan Behlül Karak…
Evet, evet… Benim de talebeliğimde hocam olan, duruşundan ve ilminden çokça istifade ettiğim ve “iyi ki buralarda böyle bir duruşta ve gayrette olan bir hoca efendi var” dediğim Behlül Karak… Adımı Talha koyan, bu süreçte sözde keramet gösteren Behlül Karak… Bana bu yolu tanıtan, bu yolun büyüklüğünü anlamamı sağlayan ve sevdiren Behlük Karak… Lakin simasına baktığımda her seferinde “Bir sıkıntı var. Bu adamın duruşu, gayreti, ilmi, sohbeti, ibadeti bir yana ama simasında bir sıkıntı var. Düzgün bir siması ve enerjisi yok. Yüzünde nur yok. Nedir bu hal” deyip durduğum ve bir defasında o beni derince süzerken, benim de kendisini derince süzdüğüm ve o anı hiç unutmadığım Behlük Karak… Çok ileri seviyede metafizik kabiliyetleri de olan, bunları alasıyla kullanan, bu sayede rolünü çok profesyonelce oynayan hatta keramet zan edilecek istidrac halleri sergileyen, bu sahada bir de cinlerden istifade eden Behlül Karak… Bir yandan bana bu yolu gösteren, öğreten ve bu yolda devam etmemi isteyen, arka plandan ise beni bu yoldan, o kurstan ve ilim tahsilinden hatta bu dünyadan uzaklaştırmak için gece gündüz çetesine büyüler yazdıran/yaptıran, üzerime büyüler yağdırtan Behlül Karak…
Neden Kırklareli’de birlikte sözde hizmet, aslında ihanet ettikleri Halil Yurtsever’e gizli Ermeni ve Hristiyan dediğime itiraz etsin? Benim ifşa etmeme gerek var mı, zaten biliyor. Ben onların bulunduğu kursa, üniversite talebesi olarak gitmeden önce de bunlar birbirlerini biliyorlarmış. Sistem içinde sistem, “cemaat içinde cemaat” kurmuşlar. Behlül Karak Kırklareli idarecisi, Halil Yurtsever söz konusu kursun idarecisi. Sadece bunlar mı, oralardaki sözde hoca efendilerin ve hoca hanımların çoğu kriptoymuş. “Lütfü abiii derdi kiiii” diye bahsettiği kişi de üstadı. O da Ermeni ve Hristiyandı.
Anlatılacak o kadar çok şey var ki, sesli anlatsam bile saatlerce sürecek. Onlarca isim, hatıra, mekan, şahit geçecek. Sonra? Yine susulacak, yine susulacak ve bu devran böyle devam mi edecek? Hayır… Artık bunların hepsi, en tepede olanlarına kadar hepsi temizlenecek. Şimdilik birkaç kelam daha edip sonra kimin ne yapacağına, ne yapmayacağına bakacağım ve birkaç ihtimalli planımdan hangisi uygun düşüyorsa, o planla bunların üzerine gideceğim. Bunları süpürmeye, temizlemeye devam edeceğim. Karşıma bütün dünya dikilecek olsa bile…
Behlül Karak
Böyleleri açıkça lehime ya da aleyhime bir duruş, tavır sergileyemezler. Açıkça benden yana dursalar, mensup oldukları asıl davalarına/yollarına, asıl dinlerine ve teşkilatlarına/cemaatlerine büyük kötülük yapmış olurlar. Kendileri de iyice sıkıntılara, tehlikelere düşerler. Açıkça bana karşı duruşları olsa, gerçek kimlikleri ifşa olur, tartışmalar çıkar ve çorap söküğü misali olurlar. Bu nedenle böyle kişilere, şahsıma dair ve Akademi Dergisine dair sorular sorulsa, yıllardır yaptıkları gibi geçiştirirler.
Seyfettin Alkan da bunca yıldır böyle yaptı. Neden? O da soyunun bir yanı Ermeni, bir yanı Yahudi olan bir kişi. Akrabalarının arasında çok kripto var ve yol ünlülere de çıkıyor. Banu Alkan’la bile akraba ve o kursta “Banu Alkan benim teyzemdir” diye bana anlatan talebe dahi vardı. Kendileri gibi kripto olan ailelerin çocuklarını, cemaatimizin içinde sözde hoca, sözde hizmet adamı ama aslında hain olarak yetiştirdikleri bir iç sistemleri var ve bu iç sistem, bu kriptoların çocuklarını çoğunlukla Trakya’ya ve Türkiye’nin denize kıyı olan illerine dağıtıyor. Çünkü Türkiye’deki kripto kimlikli aileler daha çok buralarda ikamet ediyorlar.
Seyfettin Alkan
Seyfettin Alkan yıllarca bir yanına Abdurrahman Bozan’ı, öbür yanına Hızır Özkök’ü alarak az mı kadraja girdi. Hiçbir şey bilmeyen samimi kardeşlerimiz bile, onların simalarına bakarak daralıyordu. Son derece bozuk karakterli, bozuk niyetli, geçimsiz, kibirli, bön, samimiyetsiz hallerini gizleyemeyen bu iki borazana, Seyfetin Alkan neden bu kadar alaka gösterdi, neden sahip çıktı, destekledi, yükseltti… Çünkü Seyfettin Alkan gibi Hızır Özkök ve Abdurrahman Bozan da gizli Ermeni ve gizli Hristiyan kişiler. Her safhada, her kısımda “cemaat içindeki cemaat”in iç dayanışması var. İşte Behlül Karak da “cemaat içindeki cemaat”in en kıdemli ve gizli kardinal de olan adamlarından biri…
Melburne Turkish News, 26 Haziran 2014 tarihinde sosyal medya hesabında bir paylaşım yaptı. Avustralya İslam Kültür Merkezi Birliği’nin Kur’an ziyafeti verdiğini haberleştirmişti.
Haberde isimleri geçen
– Abdurrahman Bozan, Ermeni ve Hristiyan
– Hızır Özkök, Ermeni ve hristiyan
– Behlül Karak, Ermeni ve hristiyan
– Mürşit Avşar, Ermeni ve hristiyan
– Erkan Ayçiçek, Ermeni ve hristiyan
– Ramazan Öztaş, Ermeni ve hristiyan
– Recep Kalyoncu, Ermeni ve hristiyan
– Yücel Erbaşı (Haberci), Yahudi/Ermeni karışık soydan ama Ermeniliği/hristiyanlığı baskın yaşıyor. Tıpkı Diyanet işleri başkanı ve gizli hristiyan Ali Erbaş gibi…
Haberde ismi geçmeyen ama o gün orada olan, Türkiyeden gidenler de dahil, daha çok sayıda gizli Ermeni ve gizli Hristiyan vardı orada.
Abdurrahman Borazan, 2014, Melburne, Avustralya
Abdurrahman Borazan, günün mana ve ehemmiyetine uygun surette bir sözde takke de takmıştı. Kardinal şapkası misali kırmızıydı. Bu çete, bu “cemaat içindeki cemaat”, Avustralya ziyaretinin herkese açık kısmında sözde Kur’an ziyafeti verdi ve İslami hizmetlerimize dair konuştu. Lakin arka planda, Avustralyalı hristiyanlarla bir arada kaldıklarında gerçek kimlikleriyle, gerçek niyetleriyle konuştular. Sonra gerçek dinlerine göre hristiyanca ibadetlerini de yaptılar. Bu yaptıklarından da büyük bir haz aldılar, büyük bir zafer hali gibi olduğunu değerlendirdiler. Kim bilebilir, belki de “Bundan sonra bu ümmet bir daha asla ayağa kalkamaz. Silsile-i Sadatın son hakiki mürşid-i kamilin yolunu/cemaatini de tamamen ele geçirdik ve istediğimiz yönde götürüyoruz” diye sevinçle kadeh de kaldırmışlardır.
Ben neler neler anlatacağım, şu ana kadar anlattıklarım aslında sahada bir yoklama çekmekten, son somut gelişmeleri, tepkileri ya da tepkisizlikleri takip etmekten başka bir şey değil. Daha kimleri kimleri ifşa edeceğim ama öncesinde azıcık daha bekleyeceğim. Bu bekleme süresi içinde sadece çok mühim olmayan ama bilinmesi gerektiğini düşündüğüm birkaç “cemaat içindeki cemaat” militanını daha ifşa edeceğim ve biraz da hatıralar anlatacağım. Asıl büyük bombayı sonra patlacağım ve daha önce ifade ettiğim gibi, o vakit cemaatim içinde büyük fırtına kopacak, bu fırtına, sonrasında bütün Türkiye’yi saracak, Türkiye içindeki denge çivileri yerinden oynayacak, patlamanın altında hükumet de kalacak. Sonra bu fırtına, bu patlama dünyayı sarmaya başlayacak. Devletimin, cemaatimin içinde bu hainlikleri yaptıran ülkeleri, hükumetleri, onların gizli servislerini, onların iç dengelerini, onlarını mafyalarını sarsacak. Çok büyük hadiseler olacak.
Türkiye içinde ya da dışında cemaatimin müesseselerini kara para işlerine, ta insan kaçakçılığına, organ kaçakçılığına kadar bulaştıranlar, bu müesseseleri Vatikan’ın insanlık dışı kara para işlerinin, Kraliçe Elizabet’in insanlık dışı kara para işlerinin içine dahil edenler, dünyanın farklı farklı yerlerinde kısa sürede oyundan düşecekler ve çoğu idam edilecekler.
Mehmet Fahri Sertkaya | Akademi Dergisi
Melburn Turkish News’ın söz konusu sosyal medya paylaşımı için buraya tıklayın.
Bir dönem Zeki Çalışkan ve suç ortakları, hafriyat işlerini yolsuzluklarla en merkezden ellerine almışlardı. Hafriyat işi yaparken, organları çalınmış insanların cesetlerini de hafriyat sahasına mı gömdüler?
Hafriyat sahasına çöp kamyonları da çöp döküyorlar mıydı? O çöp kamyonlarının bazılarının içindeki poşetlerde parçalanmış insanların uzuvları var mıydı?
Yıllardır bunu duyuyor, dinliyoruz. Acaba bu konuları açmanın, soruşturma başlatmanın vakti geldi mi?
Ben o Zeki Çalışkan’ın oyundan düşürülmesi gerektiğini kaç kere yazdım. Hala o Zeki Çalışkan fitne kazanları kaynatıyor, türlü hususlarda bir anda karşıma çıkıyor. Neden herkes benim sabrımı zorluyor. Neden herkes benim gücümü test etmek istiyor.
Herkes farkında ki ben pek çok hususta son ikazlarımı yapıyorum. Bir patlama noktasına ramak kalayı yaşıyorum. Kimse benim sinirlerimi daha fazla zorlamasın, gücümü test etmek istemesin. Yoksa yangın yerine dönecek bütün dünya…
Ben, cemaatimin içindeki münafıkları, kriptoları da te-miz-le-ye-ce-ğim. Ne Zeki’yi tanırım, ne Ahmet’i, ne Mehmet’i tanırım. Ne de bunların arkasındaki hristiyanları, yahudileri, masonları, gizli servisleri, hükumetleri tanırım. Öfkem bir patlarsa, dünya genelinde hepsinin üzerine benzin döker yakarım. Sığınacak sıçan deliği bile bulamazlar. Zeki gibi sıçanların ayağımın altında daha fazla dolaşmasına tahammül etmeyeceğim. Benden söylemesi…
Türkiye’nin Gürcistan sınırını ilk fırsatta tamamen kapatacağım.
Gürcistan’ın ahlak, namus, sınır tanımaz politikalarının Türk milletini daha fazla dibe çekmesine izin vermeyeceğim. Daha fazla sayıda ailenin yıkılmasına, daha fazla sayıda çocuğun büyük acılar içinde yetişmesine, daha fazla sayıda gencin maddi ve manevi felaketlere sürüklenmesine mani olacağım. Kumarın, uyuşturucunun, alkolün, şiddetin, sözde psikiyatrik ilaçların, intiharın daha fazla yayılmasına “yeter artık” diyeceğim.
Bu duruşuma itiraz edecek, başta Karadenizliler olmak üzere bütün Türkiye vatandaşlarını da Gürcistan sınırından yaka paça geçirip Gürcistan tarafına atacağım “Gidin, ahlaksızca, namussuzca, şerefsizce hayatınıza Gürcistan’da devam edin. Bu ülkeye daha fazla acı, felaket, musibet gelmesine sebep olmayın. Kendinizle beraber etrafınızı da helake sürüklemeye hakkınız yok.” diyeceğim.
İktiza ederse Gürcistan’ı haritadan sileceğim ama yine de bu pisliği kurutacağım.