Terminatör filmi de bilimkurgu değil

James Cameron, Ankebut Ağı içinde önemli yeri olan bir ailenin çocuğu olarak büyüdü. Akrabaları arasında ve aile çevresi/dostları arasında önemli kişiler vardı. Bunlar, muhtelif devletlerin ve devlet kurumlarının başında bulunan, kritik konumlarda olup kritik bilgilere rahatça ulaşan kişilerdi. Aralarında NASA’dan, CIA’dan kritik kişiler de vardı.

Bunun bir neticesi olarak James Cameron’un gençlik yıllarında etrafında hep sarsıcı gerçekler konuşuldu. O, bunlara hep kulak misafiri oldu. Çok da ilgi duydu, şaşırdı, sorguladı, daha çoğunu öğrenmek istedi. James’in dinledikleri arasında bazıları, daha sonra dünyaca meşhur olmasını sağlayacak senaryoların temelini oluşturacaktı.

18 bin alem içinde bazı başka dünyalardaki bilim ve teknojinin bize on binlerce sene fark attığını… Oralarda gerçeğinden çok zor ayırt edilebilecek kalitede robotlar yapıldığını… Bu robotlarda gerçek insan derisi, dokusu, gözü, saçı kullanıldığını ama gerçek dokuların aslında gerçek insanlardan alınmayıp yapay yollarla üretildiğini… Bu robotlarda normal insan gibi davranabilen süper gelişmiş yapay zekalar kulanıldığını… Bu gerçekçi robotların bir kısmının harp maksadıyla üretildiğini, öldürmek ve termine etmek (bitirmek, yok etmek) için üretildiğini… Ve çok daha fazlasını, zaten elde edilmiş, kesinleştirilmiş gerçekler olarak yıllarca dinledi.

Daha sonra kendince bunları senaryo yaptı ve filminin yapılmasını istedi. O kadar çapsız, kabiliyetsiz bir gençti ki o hali ile senaryoyu kimse kale almadı. lakin yine Ankebut Ağı’ndaki bağlantılar devreye girdi. James’in senaryo diye yazdığı “gerçek bilgiler” Hollywood’a James üzerinden ulaştırıldı. Hollywood’takiler bunu alıp sıfırdan çalıştılar, kurgu, akıcılık, detaylar, mantık eklediler. Sosladılar, süslediler ve filmini yaptılar. Dünyaya da “İşte bu müthiş senaryo James Cameron’a ait” dediler. Bu, aynı anda birkaç kuş vurmaktı. Hem paraya para kattılar, hem Hollywood’u kıymetlendirmiş oldular, hem de gelecekte yerlerine geçirecekleri Yahudi ve Mason gençler arasına James’i de kattılar, James’i de çakma bir senarist, yönetmen ve yapımcı yapmanın önünü açtılar.

İşte gerçekte bir Ankebut Ağı olduğu için ve bu ağı oluşturan Yahudiler ile bu ağa sızan Griler, dünya insanlığını kendine köle gördüğü için NASA, Mars’ta sıvı su olduğunu 50 yıl sonra açıkladı. Bunu da başka çaresi olmadığı ve mecbur kaldığı için açıkladı. Binbir türlü kritik bilgi dünya insanlığından gizlendi, gizleniyor. Dünya insanlığına, Ankebut Ağı’nın kontrolüne girmiş onlarca devlet üzerinden akıl almaz tuzaklar kuruldu, kuruluyor.

Avatar’ın gerçek yapımcısı CIA’dır

James Cameron

Yahudi ve Mason. Ankebut Ağı’nı çok iyi biliyor ve ağa çok iyi çalışıyor. Şeytan’ın Konseyi’nin, 13’ler Meclisi’nin ve 3 Kabalacı Konseyi’nin varlığını biliyor. Üyelerin tamamını bilmiyor, tanımıyor. Trump’ı, David’i, Haham Abrahamson’ı, Haberal’ı biliyor, bunlarla tanışık ve sıkı paslaşıyor.

En başından beri çapsızın teki… Bunca sene sonra bile kendisinin ne senaryo, ne yönetmenlik, ne yapımcılık kabiliyeti var. Çapsızlıkta, vasıfsızlıkta Trump ile yarışabilir. Sistemin/ağın adamı ve sistem tarafından markalaştırıldı ve devleştirildi. Ankebut Ağı’nın Hollywood üzerinden insanlığı dönüştürmek ve yönlendirmek projesinin önemli adamlarından biri…

Avatar filminin senaryosunu konsey sayesinde CIA’dan aldı. CIA, Kırgızistan’daki Issık gölünün altına ve çevresine yerleşmiş o uzaylı insan türüne dair sahip olduğu bilgileri verdi, James Cameron da yanına güvendiği birkaç senaristi aldı, oturup bu filmin senaryosunu yazdılar. Sonra da çektiler. Sonra da dünya genelinde bilmem kaç tane ülkede aynı anda yayınlattılar ve en az 3 milyar dolar para vurdular.

Bunu yapabilmeleri için dünyanın dört bir yanında Ankebut Ağı’na ait olan basın ve medya kuruluşları, ellerinden geleni yaptı. James Cameron gibi piyonların dünyanın muhtelif ülkelerinde kopyaları var. Hapşırsalar bile olay olur, çok basit bir şey yapsalar bile “imkansızı başarmış adam” olurlar. Çok sayıda projeleri başarısızlığa uğrar, normal şartlarda kaybedenler olmaları gerekir ama bir ömür “büyük” denilen adamlardan olurlar. Büyük yönetmen, büyük senarist, büyük yapımcı, büyük deha v.s…

Bizde böyle piyonlara, Sabetaycı gizli Yahudi ve Mason vatan haini Osman Sınav örnek gösterilebilir.

Müthiş numaracıdırlar…

Ahlak, namus, değer, kural, sınır tanımazlar. Güç, güç, güç… Para, para, para… Sonra dünyanın/insanlığın canı cehenneme. Bir saniye bile dert etmezler. Hatta dünya insanlığını felaketlerin, acıların içinde perişan etmeyi kendilerine vazife bilirler.

James Cameron, Oscar ödülleri alırken görülüyor. Oscar da Ankebut Ağı’nın, film endüstrisini kontrol altında tutmak için geliştirdiği bir sahtekarlıktan başka bir şey değildir. Oscar ödüllerinin arka planı yerli/yabancı pek çok araştırmacı tarafından ifşa edilmiştir. Temelinde Türk, islam ve insanlık düşmanlığı vardır. Siyonizme, Yahudilere, Masonluğa hizmet vardır. Tek dünya devletine giden yolda sinemayı, sinema üzerinden insanlığı kontrolde tutmak gayreti vardır.

Bu hikayede gülünesi kısımlar da vardır. Öylesine bir ödül heykeli yaptırdılar, ödül diye onu vereceklerdi ama ödülün adı ne olmalıydı, karar veremediler. Orada bir kadın hizmetli vardı, mevzuyu bilmeden odaya girip servis yaparken o meşhur Oscar heykelini gördü ve “Aaaa, benim Oscar Amcama ne kadar benziyor” dedi. Sonra “Oscar ödülleri” oldu.

Avatar filmi de bilimkurgu değil

İzlenecek bir yanı yokmuş. Defalarca dondurup başka şeylerle meşgul oldum, sonra yeniden zorladım kendimi, izlemeliyim diye… Yine de mümkün olmadı, kapattım.

Ahlaksızca hazırlanmış, dişiliğin, erkekliğin ön plana çıkartıldığı, çok sıradışı sinema tekniklerinin kullanılmadığı, senaryosu gülünesi tezatlarla, canlandırmaları basit zekanın ürünü sahnelerle dolu bir film…

Bizi alakadar eder bir yönü var

O da bu Avatar filminin bilimkurgu kategorisinde bir film olmayışı..

Sarsıcı ama gerçek…

18 bin alem içinde böyle bir uzaylı insan türü gerçekten var. Bir gezegende, bu Avatar filminde canlandırılmış/resmedilmiş dış görünüşe sahip insan türü yaşıyordu. “Yaşıyordu” diyorum, çünkü artık yaşadıkları gezegenin üstünde hayat sahibi kimse kalmadı. O gezegen varlıkta duruyor ama üstünde hiçbir canlı yaşayamıyor. Başka bir gezegendeki başka bir insan türü, o gezegene saldırdı ve üstündeki hayatı yok etti.

Lakin aralarından bir kısmı son anlarda kaçıp başka başka gezegenlere gittiler. Bir kısmı bizim gezegenimize de geldi.

Gerçek hayatta da filmde canlandırıldığı gibi bizden çok uzun boylu ve iriler. Gerçek hayatta da ciltleri filmde canlandırılan renkte…

Gerçekte de vücut biçimleri bu kadar insansı, yüzleri bu kadar insansı ve bizim türümüzün yüz şekline bu kadar benziyor. Gerçek hayatta da bu insan türünün saçları/tüyleri var. Saçlarını aynı filmdeki gibi hep uzun tutuyorlar. (Pek çok başka türde hiç saç, tüy yok). Gerçek hayatta da bu türün kuyrukları var. Kuyrukları da aynı filmde canlandırıldığı gibi… Şu Avatar filmini çekenlerden çok daha fazla “insan”lar. İnsanı insan yapan meziyetlerini kaybetmemişler. Kadınları da erkekleri de gayet medeni şekilde giyiniyorlar.

Kulakları da tam Avatar filminde canlandırıldığı gibi… Birebir aynı… Lakin filmi yapanların, bildikleri halde Avatar filminde bahsetmedikleri gerçekler de var. Gizledikleri gerçeklerden biri de şu ki bu insan türü hem suda hem karada yaşayabiliyor. Karada tıpkı bizim gibi nefes alan bu tür, suya girip saatlerce, günlerce, haftalarca hiç zorlanmadan suda da kalabiliyor.

Balıkların kafalarının arkasında solungaç solunumu için “solungaç kapağı” olduğu gibi, bu insan türünün kulak kepçelerinin hemen arkasında da solungaç kapağı var. Filmde gözler de gerçeğe sadık kalınarak canlandırılmış. Bizde gözbebeğinin çevresi beyaz iken onlarda gerçekten sarı. Hem de sarı rengin tonuna kadar, gerçeğe tam sadık kalınarak bir canlandırma yapılmış.

Nedense burun kısmını gerçeğe sadık kalmayarak yapmışlar. Burunlarını abartmışlar, gerçekte o kadar geniş ve şekilsiz durmuyor.

Bu türün bebekleri de gerçekten bu görüntüde… Bu canlandırmada fark edilen hata, kuyrukta… Bunların bebekleri de kuyruklu doğuyor ama çok küçük kuyruk oluyor. Kuyrukları daha sonra büyüyor. Bu türde doğum yumurtlama ile oluyor. Bebekler katı çepere sahip yumurtanın içinde doğuyorlar, bir süre yumurtada kalıyorlar, sonra kendileri kırıp çıkıyorlar. Kadınları erkeklerden daha narin, daha kısa ve ilk bakışta fark edilecek bir kadınsı duruşa sahipler. Kadınlarında bizim türümüzün kadınları gibi göğüsler de var. Erkeklerinde bizim türümüzün erkekleri gibi sakal ve bıyık da var.

Bunlar, Müslüman olmamışlar ama çok zararlı, saldırgan, vahşi de değiller. Dünyamızda gizlendikleri yeri tespit edip inceleme hatta ele geçirme operasyonları yapan bazı devletlerin personelini öldürmekten ise geri durmadılar. Kendilerini tehlikede gördüklerinde şiddet sergiliyorlar.

Resmi kayıtlara geçen bir vak’ada, bunlardan bir tanesi su içinde iken ağ atılmak sureti ile ele geçirilmek istendi. Yaklaşık 20 Sovyetler Birliği su altı askeri bunlardan birini su içinde sıkıştırdı, ağ attılar, tam yakaladıklarını düşünürlerken av oldular.

Ağa takılan bu başka gezegenin insanı, ağı atan yirmi kişiden üçünü öldürdü, ağı koparttı/kesti ve kaçtı.

Üç Rus askerini, üçünü aynı anda çok derine çekerek ve vurgun yemelerini sağlayarak öldürdü.

Bu başka insan türü, bizim dünyamıza gelince, Kızgızistan sınırları içindeki Issık gölünün altına ve çevresine yerleşti.

Issık gölü, Kırgızistan’ın kuzey doğusunda, Kazakistan sınırına yakın bir bölgede, kuzeyinde Küngöy Ala dağları ve güneyinde Teskey Ala dağları arasındaki tektonik çukurda yerleşmiş, ortalama deniz seviyesinden 1606 m yükseklikte bir göldür. Güney Amerika’daki Titicaca gölünden sonra dünyanın ikinci en büyük dağ gölüdür.

Karla kaplı dağlarla çevrelenmiş olmasına rağmen, gölün suları hiçbir zaman donmaz; bundan dolayı gölün adı “ısı veya sıcak, ılık göl” anlamına gelen Kırgız Türkçesi’nde “Isık Köl”dür. Kırgız Türkleri bu göl için “Kırgızistan’ın bermeti (incisi)” diye adlandırmışlardır.

Mehmet Fahri Sertkaya|Akademi Dergisi