Bu, bir canlandırma ama dünyanın önde gelen siyasetçilerinden, iş adamlarından, sanatçılarından, film yıldızlarından yüzlercesinin üzerindeki dış bedenleri bir anda çekip alsanız, içlerinde bu canlandırmaya çok yakın fiziki özelliklerde bir görünüme sahip olan Yeşil uzaylı insanların olduğunu görebilirsiniz.
Yeşiller, bize, Grilere, Merihlilere kıyasla çok itici bir dış görünüşe sahipler.
Biz göremeyiz ama bizden bir ya da birkaç nesil sonra yaşayacak olan dünya insanları, bu yeşil yeşil insanlardan bol bol görecekler. Çünkü Ye’cüc ile Me’cüc’ler, Yeşiller ile Griler… 7-8 bin sene önce dünyamıza saldırmışlardı, ahir zamanda bir daha saldıracaklar. Dünyanın her yerini aynı anda işgal edecekler. Çok ama çok büyük çapta katliamlar yapacaklar ve sonra tam kazandıklarını düşündükleri anda mağlup olacaklar. Bu hususlar sahih hadislerde hep anlatılmış.
Obruklar ve Merkürlüler hakkında anlattıklarımızı kale almayan hiç kimse yok. Elde edebildiğimiz ilk bilgilere göre birkaç büyük devletin gizli servisleri ile uzay ajansları, birkaç obruğu, anlattıklarımız ışığında yeniden ve farklı yönlerden incelediler. Anlattıklarımızı doğrulayan, ispat eden yeni somut bulgular elde ettiler.
Merkürlüleri durdurmanın zor olduğuna ama imkansız da olmadığına inanıyoruz. Dünyanın pek çok yerindeki “obruk krizi”, kesinlikle mani olunabilir, önlenebilir bir kriz…
Bu adam mevzuyu biliyor.
Biliyor ama Türkiye’ye değil NASA’ya çalışıyor.
Yazacaklarım doğrulanmış/kesinleştirilmiş bilgidir. Konya’da sürekli obrukların oluşmasından sonra, bölge halkı, devletin bu meseleye el atmasını istedi. Bu talep doğrultusunda AKPKK konuyla mecburen ilgilendi. Çok sayıda kurum, kuruluş, şahıs, obrukların hangi sebeple oluştuğunu ve obruklara mani olmanın yolunu bulmak için araştırmalar, incelemeler yaptı.
Jeoloji Mühendisleri Odası Konya Şubesi Başkanı Prof. Dr. Fetullah Arık onlardan biriydi. “Bu obruklar bundan sonra da olacak, buna mani olunamaz. Çünkü şu fay hattı var. Ayrıca falan gazla yeraltı sularının birleşmesi ve filanca etkinin oluşması sonucu böyle bir şey oluyor.” mealinde konuştu, rapor verdi. Basın ve medyaya da bu şekilde konuştu. Bu, kendi kararı değildi.Aslında, kendisinin de inanmadığı şeyler söyledi, yazdı. Çünkü arka planda çok şeyler yaşandı.
Fetullah Arık, obrukların doğal nedenlerle oluşmadığını, maden çalışması neticesi oluştuğunu en somut deliller ile gördü.
Üniversitedeki ekibi ile birlikte obruklardan birine indiler. İçine doğru kazıp girdiler ve daha önceki yazılarda bahsettiğim süper teknoloji ürünü maden aracının bir parçasını buldular.
Bahsettiğim, Merkürlülere ait maden aracı bir seferinde arıza yaptı. Arıza çözülemeyince, kısımlarından birini orada toprağın içinde bıraktı ve yoluna/işine devam etti. Arık ve ekibi de hiç ummadıkları ve bilmedikleri/beklemedikleri anda bu parçayı buldu. İşte tam o sırada, zaten gelişmeleri yakından takip eden NASA’dan bir kişi Fetullah Arık ile hususi olarak konuştu. “İsmim şu, konumum bu, NASA’ya bağlı bir sistemin içindeyim. Biz de bulduğunuz şeyi biliyoruz ve istiyoruz.” dedi. Arık’a para teklif edildi, sürekli kendilerine çalışması istenildi ve sürekli maddi menfaat elde edeceği söylendi.
Gizli Yahudi olan, resmen kayıtlı değilse de Mason olan Fetullah Arık, teklifi kabul etti. Aracın parçası oradan gizlice çıkartıldı ve NASA’nın Türkiye’deki uzantıları tarafından ABD’ye götürüldü. Arık da anlaşmaya uygun bir rapor verdi ve basın/medyaya da bu anlaşmaya sadık kalarak konuştu, konuşuyor.
Obruklardan birinin içinde bir parça bulunduğunu duyanlar olmuştu. Tayyip de bunlardan biriydi. Obrukların doğal olmadığını düşünmeye başlamışlardı. Bu parçanın bulunduğunu duyunca buna daha da inandılar ama sonra güvendikleri Arık “Parça doğal değil ama yaşananın izahı mümkün. Bu bölgede falanca sistem kurulmuştu, daha önce filanca çalışma yapıldı. Toprak altında bunun parçası kalmış. Bu, izahı mümkün olan bir durum” mealinde konuştu, yazdı.
Neticede, bir konteynıra anca sığacak kadar büyük olan ve üzerinde delikler, çarklar olanbu metal parça, deniz yolu ile ABD’ye gitti ama NASA’nın Türkiye uzantıları (Bunlara daha sonraki yazılarımda “NASA’nın Gizli Birimi” diyeceğim ve kısaca NGB şeklinde yazacağım) ile Fetullah Arık arasında bağlantılar devam ediyor. Arık hala bölgede NGB’ye çalışıyor ve NGB ile birlikte gizli işler/araştırmalar çeviriyor.
Bir çok kimse, Anayasada mevcut bulunan “Devletin dini, din-i İslam’dır.” maddesinin kaldırılması ile birlikte, artık darül harp(küfür devleti) olduğumuz kanaatine sahiptirler ki bu yanlış bir kanaattir.
Çünkü tâ 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile devletimiz Darül İslam(İslam Devleti) olmaktan çıkmış Darül Harp olmuştu. Sultan Abdülhamid Han gibi veli bir padişahın, bir çok meseledeki hareket tarzını anlayamayanlar, O’nun, Darül Harp fetvaları ile hareket ettiğini bilmediklerinden anlayamamışlardır. Sultan Hamid, kendi sarayında yabancı elçilerle yapılan yemekli toplantılarda içki servis ettirmiştir. Evet, Müslümanların halifesi ve Osmanlı’nın padişahı Sultan Abdülhamid Han, hilafeti temsil eden mekanda, makamda bunu yapmıştır. Sultan Hamid, şahsi servetini bir Alman bankasına yatırmıştır. Daha yüzlerce, binlerce meselede, başında bulunduğu devletin darül harp olduğunu bildiği için buna uygun fetvalar ile hareket etmiştir. Bu topraklar Darül Harbe dönüşeli nerede ise iki asır oluyor ve bu millet nerede ise iki asırdır İslam’ı doğru şekli ile bilen alimler ve devlet adamları yetiştirememiştir. Arada, o zaman da, bu zaman da kendini alim, şeyh, mürşid sınıfına koyup şöhret olanların, yüz binlerce Müslümanları etraflarına toplayanların bile hiçbir şeyden haberleri yoktu/yok.
Daha Sultan Hamid tahtta iken, Japonlar “İslam Dinini Tetkik Cemiyeti” kurdular. Hem imparatoru hem de peşi sıra bütün Japon halkı İslam dinini seçeceklerdi. İmparator, bir çok Japon ilim adamını İstanbul’a gönderip inceleme ve araştırmalar yaptırttı. İyice İslam’a ısındı ve nihayet özel bir elçi göndererek Sultan Hamid’e “İmparatorumuz, Sizden, İslamı bize en güzel şekli ile öğretip anlatacak alimler istiyor!” dedirtti. Sultan Hamid, Japon elçiye “Hay hay! Tabii ki, ne gerekiyorsa yapılacaktır.” deyip huzurundan çıkarttıktan sonra, etrafındakilere “Bu elçinin istediği bende olsaydı, önce bu ülkeyi müslüman eder, bu ülkeyi kurtarırdım.” dedi.
Şimdi siz hesap edin, o tarihlerde bile milletçe ne halde olduğumuzu. Sultan Hamid çöküşün sebebinin İslam’dan ayrılmak ve gayr-i İslami bir hayat tarzı benimsemek olduğunu bildiğinden, büyük devletleri birbirlerine düşürüp zaman kazanırken, bunun için gerekirse tavizler verirken, bir yandan da memleket içinde medreselerin ve teknik okulların sayılarını artırdı. Medreselerin kapıları sonuna kadar açıktı ama içlerinde okuyan talebe, ders veren hoca yoktu. Bütün medrese talebelerinden askerlik vazifesini kaldırdığını, bütün hocalara da hayatları boyunca maaş bağlandığını ilan ettikten sonra bile durum pek değişmedi. Medreseleri bu millet kendi kendine kapattı. Teknik okullardan okuyanlar hatta teknik ilimlerde yetiştmek üzere Avrupa’ya gönderilenler de hep gizli masonik örgütlenmelerin kontrollerinde kaldılar. Askeri okullar tamamen masonların ve yabancı istihbarat örgütlerinin kontrolüne girmişti. Sultan Hamid, en doğru kararlar ve uygulamalar ile imkansızları başarıyor, fırsatlar üretiyordu ama ya millet? Millet ne yapıyordu?
Daha Şapka İnkılabı olmadan onlarca sene önce İstanbul sokaklarında kadınlar açık saçık dolaşıyor, kafalarına da Fransızların tüylü şapkalarını takıyorlardı. Erkeklerin hali de pek farklı değildi. Memlekette aydın tanınanlar, Fransızca köşe yazısı yazmaya başlamışlar, Türkçe yazmayı eksiklik kabul eder olmuşlardı. Bu hali gören Japon elçi, imparatoruna bir bilgi geçip “Efendim! Burada aydınlar bile dejenere olmuşlar. Korkarım ki bu devlet 10-20 sene içinde yıkılır.” diye yazdı. Beyoğlu, o zaman da Beyoğlu’ydu…
1800 sonlarında bir Osmanlı kahvehanesi. Osmanlı, 1839 Tanzimat fermanıyla resmen İslam’ı ret etmiş bir devletti. Toplum bundan 50-80 sene önce zaten İslami bir hayatı terk etmişti. Zevk, sefa, zina, alkol, tütün ve her türlü fuhşiyat çok yaygındı.(Arşiv-29 Aralık 2020)
Memleketin her tarafı meyhane doluydu. İslam devleti olduğu iddia edilen devletin zabıtaları, ancak, gece çok geç saate kadar açık olan meyhanelere ceza kesebiliyor ama bunları tamamen kapatamıyor ve göz göre göre içki içilmesine sessiz kalıyorlardı. Bu son zamanlarda Osmanlı askerinin içinde tecavüz olayları, hırsızlık-gasp olayları gözükür olmuştu. Devletin içi aynı şimdi olduğu gibi vıcık vıcık, Türk gözüken Ermeni, Rum ve en çok da Yahudiler ile doluydu. Zabıta memurları bile mason olmuşlardı.
Paşaların derdi ise Boğaz’a en büyük yalıyı dikmekti… Bu dönemde Enver Paşa gibi en temel eğitimlerden yoksun biri bile Genel Kurmay başkanı olabilmişti. İltimas, dost-akrabayı kayırma ve devlet içinde yükseltme hastalığı, rüşvet hastalığı almış yürümüştü. Sultan Abdülhamid Han’a, bağlı olduğu gerçek mürşid İbn-i Mevlana Siracüddin hazretleri “Evladım! Sen elinden geleni yaptın. Bu millet azabı hak etti. Sen Selanik’ten gelen Hareket ordusuna karşı koyma! Tahtını terk et.” dediği için, Sultan Hamid karşı koymadı.
Sonunda da sözde Müslüman atalarımız hak ettikleri muameleyi buldular. Düşman işgalleri, katliamlar, tecavüzler, esir düşüp dünyanın dört bir tarafında can veren askerler ve daha neler neler yaşandı… Tam kurtulduk zan ederlerken, bir de İngiliz İşbirlikçisi hain Sabetayistlerin iktidarı ele geçirmelerinin ardından yaptıkları üstüne üstüne geldi… On sene süren, bu milletin müslüman kimliğini değiştirme projeleri… Bu anda bile, az sayıda kalan İslam alimlerinin can derdine düşüp, korkup hizmet etmemeleri…
Şimdi nerede ise her mahallede bir şeyh var… Sözde bunların geriye doğru silsileleri var. Kendilerinden önce yaşamış ve vazifelerini onlardan devir aldıklarını iddia ettikleri şeyhleri var. Peki nerede idi İslam’ın arz üzerinden kaldırılmaya çalışıldığı bu dönemde bu şeyhler?
Bir tek devrin gerçek Mürşidi kamili İbn-i Mevlana Siracüddin hazretleri ve ondan sonra vazife kendisine verilen Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri vardı. Diğerleri ya sus pus olup evlerinden çıkmaz olmuşlardı yada Yeni Türkiye’nin sınırları dışında kalan eski Osmanlı topraklarında bir şeyler yapmaya çalışmışlardı. Bunlar bile bir kaç kişiden fazla değillerdi ve kayda değer neticeler alamamışlardı. Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri okutmaya talebe bulamamış amele pazarından ameleleri alıp onları okutmuştu. Onları, çiftliğinde, yevmiye ile çalıştırıyormuş gibi gösterip ders okutmuştu. Ben de bu ilimleri birilerine okutmaz isem gelecek nesiller İslami ilimleri nasıl bileceklerderdine düşmüştü… Detayına girsek çok çok uzun gider ama İslam’ın en büyük merkezlerinden biri olan İstanbul bile bu hale düşmüştü. Gerisini siz hesap edin.
Şimdi, sözde kendini mürşid/müceddid ilan edip, ne din ilmi, ne tarih bilmeden, “Bu ülkede beş vakit camilerde namaz kılınıyor. Burası nasıl Darül Harp olur?” diyen serserileri, maneviyat yolunun yol kesici eşkiyalarını da sizin vicdanlarınıza bırakıyorum. Sanki Hristiyan Avrupa ülkelerinde beş vakit camilerde namaz kılınmıyor. Hatta onların hakları bizden fazla, onlar tesettürlü ve sakallı olarak devlet dairelerinde çalışıyor. Dahası, hiç mi fıkıh bilmezler! Fıkıhta camilere, cemaate bakılır diye bir kaide mi geçiyor? Öyle olsa bile, camilerin cemaatin ne halde olduklarını bunlar bilmiyorlar mı?
Svastika da denilen gamalı haçın tarihi insanlık tarihi kadar eski… Adem aleyhisselam irtihal etmeden önce dünyada, küfür/inkar üzere giden evlatları arasında bu svastika sembolü kullanılıyordu.
O günlerden bu günlere kadar dünyanın dört bir yanındaki toplumlarda bu sembol kullanıldı. Her biri kendince başka manalar yükledi ama bu, Şeytan’ın yani Azazil’in oyunlarıydı. Aslında svastikanın tek ve gerçek bir manası var ve Şeytan’ı sembolize ediyor. Şeytan, Ademoğullarına tepeden bakıyor, hepsini ağına düşürmek istiyor ve hepsine hakim olduğunun sembolü/mesajı olarak da svastikayı kullanıyor. Bir yerde svastika varsa orada hakimiyetinin olduğunu ilan ediyor.
Aslında gamalı haçı Adolf Hitler seçmedi.
Adolf Hitler, Süleyman Hilmi Tunahan hazretleri ile görüşüp İslam’ı kabul ettiği ana kadar Yahudilerin/Masonların gizli teşkilatlarının içindeydi. Gizli Masonik örgütlere üye idi ve onların öğretileri doğrultusunda yaşıyordu. Onlara çalışıyor, onların “Yeni Dünya Düzeni” kurma projelerinde yer alıyordu. Nazilerin her şeyini kendisi belirleyebilecek bir konumda, yetkide değildi.
Adolf Hitler’in bir zamana kadar aralarında olduğu Masonlar/Yahudiler ise “Kainatın Ulu Mimarı”na inanırlar. Dolardaki piramitin en tepesindeki göz de Kainatın Ulu Mimarı diyerek şifreledikleri Şeytan’ın yani Azazil’in sözde her yere hakim olan ve her yeri gören gözüdür. Yani o göz gamalı haç ile eş manayı taşıyan bir başka şeytani semboldür ve anlaşıldığı üzere Masonlar Şeytan’ın sisteminin parçasıdır. 17. dereceden sonra Masonlara, Masonların aslında Şeytan’a çalıştığı hatta tapındığı anlatılır.
Bu nedenle, dünyanın dört tarafında mevcut bulunan ama birbirleri ile bağlantıları olmayan Satanist örgütlerde gamalı haçın kullanıldığını görebiliriz. Satanist yani Şeytan’a tapınan ve Şeytan için insan kurban eden örgütler, kurbanların kanları ile gamalı haçlar çizerler. Şeytan, kafaladığı bu ahmaklara bunları yaptırır ve “her yerde ben varım, her yerin hakimi benim” mesajını yineleyerek ilan ettiğini düşünür.
Bu yüzden Mason mahfillerinde üst dereceli Masonlar, ayinlerini gizlice yaparlar. Alt dereceli Masonlar basit anlatımlarla ve sembolik sözde ayinlerle oyalatılırken, üst rütbeli Masonlar en iyi ihtimalle Şeytan’a keçi kurban ederler. Lakin sık sık da insan kurban ederler. Şeytan’ın, dünyaya ve bütün Ademoğullarına tahakküm etmek için kurduğu bu sisteminin şu andaki genel adını Ankebut Ağı koyduk. Yıllardır bu ağın dibini oyduk ve son aylarda Ankebut Operasyonu ile şok edici darbeler de vurduk. Yıkılışına az bir süre kalan bu ağın en üst yönetimi de sık bahsettiğimiz gibi üç farklı konsey… İşte bu konseylerdeki Yahudiler/Masonlar da bu inanç esasları ile davranıp bu nedenle Şeytan için insan kurban ediyorlar.
Meşhur hadis-i kudside hazret-i Allah “Ben alemlere sığmam ama kulumun kalbine sığarım” buyurdu. Şeytan’ın en nefret ettiği sözlerden biri de bu oldu. Ta Adem babamızdan beri Ademoğlunda en nefret ettiği yer kalp oldu. Bu yüzden Ankebut Ağı’nın Mason/Satanist mensuplarından üst derecede olanlar, sembolik değil gerçek ayinler yaptıkları anlarda, Şeytan’a insan kurban ederken kalpleri özelikle hedef alıyorlar ve parçalıyorlar. Bunu böyle yaptıklarını, özellikle David Bickham’ın ayinlerini anlattığım aylar önceki yazılarda anlatmıştım. “Özellikle kalpleri parçalıyor” demiştim.
Anlaşıldı ki Ankebut Ağı’nı, sözde “her şeyi gören göz” yani Şeytan yönetiyor. Üç kabalacı konseyinin üzerinde başka konsey yok ve Şeytan’ın kendisi var. Cin taifesinden olan Şeytan yani Azazil, bu en üst yönetici kadroya görünüyor, onlarla konuşuyor, ortak toplantılar yapıyor ve onları talimatları ile yönetiyor.
Bu yüzden Ankebut Ağı bütün Ademoğullarına yani bütün insanlığa düşman ama en çok da Müslümanlara düşman….
Merkürlüler, bizim dünyamızın atmosferinde rahatça nefes alamıyorlar. Dünyamızdaki basınç, radyasyon ve ısı miktarı onları hiç rahatsız etmiyor, onlara da uyuyor ama dünyamızdaki hava onlara uymuyor. Havadaki gazların oranı, hususiyle de oksijenin oranı onları çok zorluyor.
Astronot kıyafeti giymiyorlar, kask takmıyorlar ama bu sorunu çözmek için boyunlarına bir cihaz takıyorlar. Bu cihaz, bizim atmosferimizdeki havayı soluduklarında, boğazlarından geçerken bir işlem yapıyor ve onların bedenine uygun hale getiriyor. Böylelikle dünyamızda hiç zorlanmadan nefes alabiliyorlar.
Bu sorun bizim için de geçerli. Biz Merkür’e gidecek olsak, biz de orada sorun yaşayacağız. Merkür’ün havasındaki oksijen oranı bize yetersiz gelecek. Bizdeki oksijen oranı da onlara çok yüksek/fazla geliyor.
Bu gördüğünüz gerçek değil ama gerçek
Gerçek fotoğraf değil ama gerçekten var olan bir canlının resmedilmesi… Dünyamızın insanı ile başka bir dünyanın insanının melezi. Dünyamızın insanı ile başka başka dünyaların insanları arasında melez insanlar üretilmesi, en az 20 bin senedir yaşanan bir gerçek.
Bizim dünyamızda çok yüksek bilim ve teknoloji olduğu zamanlarda (Hz. Nuh, Hz. Zülkarneyn, Hz. Süleyman devirlerinde), dünyamızın insanları kendi iradeleri ile uzaydaki yüksek sayıda gezegene gittiler. Bunların bazıları geri dönmediler, hayatlarına orada devam ettiler. Bunun haricinde 20 bin seneden fazla süredir, yüksek bilim ve teknoloji seviyesine ulaşmış bazı başka insan türleri dünyamıza gelip insanlar kaçırdılar. İnsanlarımızı kendi gezegenlerinde incelediler ve sonra melez türler ürettiler.
Merkürlüler de bizim takvimimizle 16. asırdan beri bunu yapıyorlar. O tarihlerden beri Merkür’de Dünyalı-Merkürlü melezi insanlar var. Sayıca çok azlar, çünkü bunlar asırlardır Merkür insanı tarafından kabul görmediler. Dışlandılar, ayıplandırlar, hor görüldüler. Bunlar Merkür’ün yönetimi/idaresi tarafından kontrol altında yaşatılıyorlar. Merkür insanlarının arasına karışmalarına izin verilen çok az sayıda melez var. Zamanla bu melezler ile Merkürlüler de cinsi münasebette bulunmuşlar ve onların da çocukları olmuş.
Yukarıda canlandırması görülen melez tür Merkür’deki melezlerden değil. Merkür’dekilerin görünümü bundan biraz daha farklı… Merkür melezlerinin cilt tipi ve rengi bize benziyor, bizim gibi saçları/tüyleri var ama Merkürlüler gibi çok kısa boylu, çok iri gözlü, küçük ağızlılar. Parmakları da onlar gibi… Söz konusu melezler hem dünyamızda hem Merkür’de zorlanmadan nefes alacak kabiliyetteler. Bilinen hiçbir rahatsızlıkları, doğum kusurları da yok.