1- ABD Başkanı Donald Trump kılığına girmiş Gri uzaylı 2- ABD Genelkurmay eski Başkanı Martin Dempsey kılığına girmiş Gri uzaylı 3- David Bickham kılığına girmiş Gri uzaylı 4- İngiltere Kraliçesi Elizabeth kılığına girmiş Gri uzaylı 5- İngiliz gizli servisi MI6’nın başkanı Alex Younger kılığına girmiş Gri uzaylı 6- CIA başkanı Gina Haspel (ki yerine geçilmiş biri değil, kendisi olarak oradaydı, rızası ile onlara çalışıyor), 7- İngiltere Başbakanı Theresa May kılığına girmiş Gri uzaylı 8- Fransa Başbakanı Edouard Philippe kılığına girmiş Gri uzaylı 9- Fransa eski Başbakanı Manuel Valls kılığına girmiş Gri uzaylı 10- Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron kılığına girmiş Gri uzaylı 11- Hollanda Başbakanı Mark Rutte kılığına girmiş Gri uzaylı 12- Almanya Başbakanı Angela Merkel kılığına girmiş Gri uzaylı
90’ların başından bu yana dünyamızda gayet işe yarar teknoloji seviyesi var. Uzay çalışmalarına ise hiç ara verilmedi ve devletler bu sahada birbirleriyle yarıştılar. Ya neticesi?
Hala hangi soruyu sorsanız, net bir cevabı yok. Yaklaşık yarım asırdır bir daha Ay’a gitmediler. Gidecek gibi de durmuyorlar. Sürekli projeler ilan edip insanlığı ayakta uyutmaya devam ediyorlar. Venüs’e, Merkür’e, Mars’a kaç uzay aracı gönderdiler. İsteseler şimdi daha iyilerini de gönderirler. Pekiyi, bu güne kadar gidenlerle ne öğrendiler, neler görüntülediler ve bize neler anlatıp öğrettiler? Bir sürü tartışmalı bilgi… Net görüntüler de yok. Sadece bu konu günlerce, aylarca açılarak tartışılabilir.
Ne kadar tartışılırsa tartışılsın, tartışılamaz kesinlikte önümüzde duran bir gerçek var: Dünyada Yahudilerin tesis ettiği Satanist bir sistem var. Bu sistem dünya insanlığını uzaylılar konusunda en başından beri hep kandırdı. Onlarca sene boyunca ise uzaylıların varlığına inanmak delilik gibi gösterildi. İlla inanacaklar ise onları küçük yeşil ve şekilsiz canlılar olarak kabullenmeliydi. O kadar büyük bir baskı ortamı oluşturdular basınla, medyayla, akademi camiasıyla… Çünkü başka dünyalarda da insan türleri olduğunu, oralarda da insanların müslim ya da gayr-i müslim olduklarını çoktan gördüler, anladılar. İnsanlık bu gerçeği görüp kabullendiği anda bu insanlık düşmanı ve Şeytan’a tapınan Satanistlerin hükmü bitecekti.
İtaatten çıkan Tayyip’i ve AKPKK isimli organize suç, terör ve ihanet örgütünü ayara çekmek için, diğer bir piyonları olan cemaati ya da şu sıralardaki adı ile FETÖ’yü kullandılar. Bu yolsuzluk operasyonlarından önce aslında Reyhanlı dahil, pekçok şeyi yapıp Tayyip’in ve çetesinin gözünü korkutmak ve ayara çekmek istediler.
17 Aralık yolsuzluk operasyonu ile birlikte Tayyip’in o havası birden kayboldu, neye uğradığını şaşırdı. Operasyonun son anlarında, kendisini ve çetesini tamamen bitirmemeleri için Şeytan’ın Konseyi’ne yalvardı. ABD devlet sistemi ellerinde oyuncak olmuş ve Obama bile kendi piyonları olan Şeytan’ın Konseyi de Tayyip’i bitirmek yerine, bir müddet daha kullanmak yolunu tercih etti.
İşte bundan sonrasında, her türlü insanlık dışı kara para işinde çok yüksek tecrübeye ulaşmış ve bu insanlık dışı işlerde devlet gücümüzü bile kullanmalarına imkan sağlamış AKPKK projelerini ve Tayyip’i hemen harcamak yerine, itaate döndürmek, kara para işlerine hız kesmeden devam etmek yolunu tuttular. Bunun için, Tayyip’in ve AKPKK’nin ülkenin başında kalması şarttı ama AKPKK’nin ve Tayyip’in ülkenin başında kalması için de bozulan imajlarının yeniden düzeltilmesi şarttı.
Şeytan’ın Konseyi’nin de talimatı, oluru ve destekleri ile Tayyip’in haklı, mazlum, kahraman göründüğü, Tayyip’i ayara çekmekte kullandıkları FETÖ’nün hain, suçlu, darbeci, katliamcı, dış mihraklara çalışan bir suç örgütü göründüğü orta oyunları oynanmaya başladı. AKPKK ve FETÖ isimli iki kukla teşkilatın üst isimlerinin bilgisi dahilinde, danışıklı dövüşmeler yaşandı. Sonra, planları gereği bu oyunlarda da iyice ileri gittiler ve ilerleyen süreçte 15 Temmuz darbe tiyatrosunu sergilediler.
Zaten Fethullah Gülen de Şeytan’ın Konseyi’nin emrinde olup gizli Ermeni ve gizli Yahudi karışık bir soydan gelen ama Hıristiyan yanı ağır basan bir basit piyondan başka bir şey değildi. İki piyonlarını arka plandan anlaştırdılar, barıştırdılar ama bu Türk milleti ve dünya insanlığı orta oyunlarını izlemeye, seyirci kalmaya devam etti. Bu süreçte Tayyip ile Gülen defalarca gizlice telefon görüşmesi bile yaptı.
Hep beraberce sergiledikleri kanlı darbe tiyatrosu vesilesi ile öncelikli olarak Tayyip’in elinin ve imajının, eskiden olduğu gibi güçlenmesini istediler. Aynı anda devlet sistemi içindeki gerçek Müslüman ve vatansever kişilerin topluca temizlenmesini de istediler. Bu öylesine haince bir plandı ki mensubu bulunduğum Süleymanlılar cemaatinin devlet kademelerindeki ve ordudaki mensupları bile ilerleyen süreçte topluca yerlerinden edilecek ve hatta cemaatimiz dağıtılıp yok edilecekti. Yazmıştım, bu planlarında kullandıkları Mustafa Koç’u öldürmüş ve o kadar ileri gitmelerine izin vermemiştik.
Bunların, AKPKK üzerinden Türkiye’yi ılımlı İslam cumhuriyeti yapmak istemesinin sebebi, İslam’ın ve Müslümanların önünü gerçekten açmak değil, BOP projesi kapsamında Ortadoğu ülkelerinin üstü örtülü işgalinde “İslam Cumhuriyeti Türkiye” kartını ve “Halife Erdoğan” kartını kullanmaktı. Ortadoğu işgalini askeri güçle yapamıyorlar ve bu yolla işgal üzerinde çok kafa yoruyorlardı. Böyle bir plan, henüz AKPKK resmen kurulmamışken bile vardı.
Bu planlarının, Türkiye’nin İslami bir devlet görüntüsüne büründürülmesi ve Türkiye üzerinden çok sayıda Ortadoğu ülkesinin BOP çerçevesinde işgal edilmesi planlarının uygulanması sırasında, istemedikleri çok yüksek sayıda sıkıntı oldu. İçimizdeki İsrail’i oluşturan klikler bile bu plana tam itaat etmedi. İçimizdeki İsrail’in içinde çatışmalar çıktı. Bu iç çatışmalar çok sayıda tartışmalı hadisenin yaşanmasını sağladı. Bunları on senedir anlatıyorum. Lakin istemedikleri ve sıkıntı gördükleri bir gelişme de cemaat içindeki yüksek sayıda insanın, gerçekten dindarlaşmasıydı.
Gülen cemaati ya da nam-ı diğer FETÖ içinde yer alsalar ve bu cemaatin hatta Said-i Nursi’nin bile baştan itibaren bir Yahudi-Haçlı tuzağı olduğunu bilmeseler de gerçekten dindar bir hayat yaşamaya, ilim öğrenmeye, vatan, devlet, millet, ümmet, insanlık, gelecek nesiller için güzel şeyler yapmaya başlayanlar vardı. Sayıları da iyice artıyordu ve oyundan düşürülmeliydiler. CIA, MOSSAD, MI6, MİT, AKPKK, FETÖ işbirliği ile gerçekleştirilen kanlı 15 Temmuz tiyatrosunun bir hedefi de bu Müslüman/vatansever temizliği idi. Bunca masum tesettürlü ev hanımınına bu kadar acımasızca muamele edip başörtülerini bile indirerek erkek personelin kameralardan izlediği ceza evlerinde tutmaları, daha türlü işkenceler yapmaları ama Ayşe öğretmen gibi terör sevicilerini tahliye etmeleri ve hatta kahramanlaştırmaları hep bu yüzden… Bunlar ne Türkler, ne Müslümanlar. Bunlar danışıklı dövüşte kullanılan hain piyonlar.
İşte Reyhanlı saldırısı, geniş çerçeveden bakılınca böyle dengelerin içinde yapılmış bir “gözdağı” saldırısıydı.
Arkamdan çevirdiğin binbir türlü planın, pusunun hepsini biliyordum, biliyorum ve hepsini de bozdum.
Yazılarımdaki o iddialarımın somut delillerini savcılıklara ve mahkemelere sunmama mani olmak için beni, TCK 32 kapsamında gözetim süreci için Erenköy Ruh ve Sinir’e sevk ettirdiğinizde, oranın başındaki gizli Hristiyan olan doktor Hüseyin ile neler çevirdiğinizi de biliyordum/biliyorum.
Hüseyin’in senin mensubu olduğun gizli Hristiyan cemaatinin bir mensubu olduğunu da biliyorum. Sürekli irtibatınız olduğunu, sadece benim mevzum için tanışmadığınızı, paslaşmadığınızı, daha önce başkalarına da hukuksuz ve art niyetli şekilde raporlar verdirdiğinizi de biliyorum…
Ne kadar ahmakça ve tedbirsiz şekilde kafa kafaya verdiğinizi ve nasıl açıklar verdiğinizi, deliller bıraktığınızı da biliyorum.
Bunu daha orada iken biliyordum. Bunların somut delillerinin elimde olduğunu, orada doktor Hüseyin’e, doktor Onur üzerinden haber etmiştim. Gizli Hristiyan Onur, kendisinden istenen numarayı oynamaya çalışırken, isteksizdi. Bu kadar zorlama ve hukuksuz şekilde bu işin tutmayacağının, bana rapor vermeye ihtimal bile olmadığının baştan farkındaydı.
Karşısına bir kere geçtim, yarım saat kadar konuştum, adam sanki başka bir dünyaya geçti… Hayatının şokunu yaşadı. Hasmına hayran olma hali yaşıyor ve bunu gizleyemiyordu.
Önünde, savcılıklar ve mahkemelerden temin ettikleri dosyalarım vardı ki o dosyalarda suç unsuru olarak gösterilen yazılarımın, yayınlarımın herhangi bir hukuk devletinde anında temiz eller operasyonu başlatacağını, on senedir Erdoğan’a hakaretten yargılanamadığımı, yargılanmayı çok istediğimi, kendisinin benden asla davacı olamadığını, 2013’ten beri Erdoğan’a hakaret ettiğim iddiasıyla Adnan Oktar’ın marifetiyle oluşturulan bir dosyanın yok edildiğini, bu kapsamda bir savcıda ifademin bile alınamadığını, bir yargılansam yarım saat sonra memleketin ayarının değişmeye başlayacağını, elimde somut deliller olduğunu, o dosyaların oluşması için çırpındığımı, onları sorun değil nimet gördüğümü v.s. hızlıca anlatınca, başı döndü.
Numara oynaması gerektiğini bile unutup şaşkınlıkla “Yaaa, yaaa… Bu şartlarda bir de böyle mi, öyle mi?” gibi konuşmak zorunda kaldı. “Peki Tuncay bey, siz bunları iddia ediyorsunuz da bir de yanında somut deliller yayınlıyorsunuz, bunu nasıl yapabiliyorsunuz?” diye sormaktan kendini alamadı.
Libya’ya silah kaçırılan Amazon isimli sivil kargo gemisini, video görüntüsüne kadar ifşa ettiğimi…
Suriye’de Tayyip’in emriyle MİT’in defalarca kimyasal katliam yapıp her seferinde suçu Esed’in üzerine yıktığının delillerini yıllar önce paylaştığımı…
Hatta Erdoğan’ın Suriye’de mazot kaçakçılığı yaptığının somut görüntülerinin Sputnik’te bile yer aldığını ve aslında suç ya da delilik emaresi gibi gösterilmek istenen iddialarımın saygın basın yayın kuruluşlarında bile haber olduğunu ve benim de bazılarını oralardan aktardığımı…
Elindeki dosyalarımda hiçbir suç unsuru ya da akıl sağlığı şüphesi duyulabilecek bir şey bulunmadığını, yargılanma sürecinde karşımda hukukun ayaklar altına alındığını…
Hep biliyordu… Bu şartlarda ancak Tayyip gibi köşeye sıkışmışlar ve senin gibi hem köşeye sıkışıp hem de kafayı cinsi sapıklıkla, uyuşturucuyla, çift kimlikli yaşamakla, nitelikli dolandırıcılıkla, her gün herkese ayrı bir yüz göstermekle yakmış olanlar bu işi zorlardı. Onur zorlamadı…
Anlattım, açıkladım biraz delilleri nasıl elde ettiğimi ama o ekibimi, sistemimi çözmeye dönük sorular soruyordu, ona da izin vermedim.
Onur bir daha beni karşısına alamadı. Sonraki her aşamada geri durdu hatta kaçtı…
Bak şimdi, buradan biraz geri saralım şu filmi… Ben, altı ay boyunca o hastahaneye ceza evinden götürülüp getirilmişim. Sabah götürülüyorum, öğleden sonra ya da akşam cezaevine geri getiriliyorum. Kutu gibi bir araba… Hükümlü ve tutuklu taşıyan, her tarafı zırhlı gibi çevrilip kapatılmış içine ayrıca metalden küçücük bir iç bölme yapılmış, oraya da altı kişi tıkıştırılan bir araba ile götürülüp getiriliyorduk. Yazın sıcağında etrafı, dışarıyı göremeden sallana sallana gidip geliyorduk. Birkaç sefer sonra beni araba tuttuğunu fark ettim. Halbuki beni hiç araba tutmazdı.
Onlarca defa böyle olmuş, gitmiş gelmişim ama bana hayatıma ya da yayınlarıma dair tek bir soru sorulmamıştı. Hiçbir bilimsel temeli olmayan Roşa testine, tartışmaya açık ve göreceli sorularla dolu olup bilimsel kesinliği olmayan 565 sorulu teste yeniden yeniden sokulmak isteniyordum. İtiraz ettim… “Siz ne yapmaya çalışıyorsunuz? Benden delil isteyin, mahkemeler isteyemediler, size getireyim, hemen bitsin bu iş burada?” deyince, susup durdular. Zorladılar durdular. Çoktan “Herhangi bir akıl sağlığı sorunu yoktur” demeleri gerekiyordu. Benim sinirlerimi zorlayıp bana hırçın tavırlar sergiletip bunu bahane ederek ilaç dayatmak ve önce gerçek psikiyatrik ilaçlarla süreci başlatıp da sonra işimi bitirecek ilaçlar vereceklerdi. Büyük bir ekip bunun böyle olmasını istiyordu, herkesi, her aşamayı takip ediyorduk ama sen o zaman da haddi çokça aşanlardan oluyordun Zeki Çalışkan…
Sonra tamamen hukuksuz şekilde mahkemeler/hakimler de ayarlanarak ve özellikle 39. Asliye ceza mahkemesi kullanılarak hastahaneye yatış kararı verildi. Benim önümde, benden önce yatış kararı verilmiş ve sıra bekleyen yüzlerce kişi vardı. Ceza evinde sırf hastahane işlerine bakan, sürekli bunlarla ilgilenen bir kaç ceza infaz memuru vardı. Gide gele aramızda biraz tanışıklık olmuş ve sohbetlerimiz de olmuştu. Bu kişiyi konuştururken “Senin yatış verilecek bir halin yok. Sana yatış veremezler. Verseler bile Bakırköy Ruh ve Sinir birbuçuk sene sonrasına gün veriyor. Bu Erenköy ise gün bile veremiyor. Sistem kilitlenmiş, yer yok, yatak yok” dedi. Diğerleri de aynı şeyleri anlatıyordu. Lakin ben kendimi yıldırım hızı ile hastahane sürecinde buldum Zeki? Arka planını buradan anlatmama gerek var mı, zaten işin içindeki kişilerden biri de sensin?
Haftada bir, tekrar tekrar intihara teşebbüs eden onlarca kişi aylardır sıra bekliyordu da Zeki, ömrü boyunca hiç kimseye zarar vermemiş, tek bir kontrolsüz hali görülmemiş, kendine tek bir çizik bile atmamış, uyuşturucuyu geç de ömrünce bir dal sigara bile içmemiş, alkollü içeceklerin adını, tadını, rengini bile bilmemiş ben, kendimi mahkemenin yatış kararından günler sonra hastahanede buldum.
Yatışa götürüldüm, 20 günden fazla kutu gibi, it bağlasan durmaz bir yerde hiçbir test, mülakat, tıbbi aletlerle bir ölçme/tarama yapılmadan orada tutuldum. Her şey yine hukuk dışı, normal dışı sürüyordu. Yatırıldıktan birkaç gün sonra, işte yukarıda anlattığım doktor Onur görüşmesi yaşandı. Yarım saat kadar sürdü, o şoku yaşadılar ve beni öylece bıraktılar. İşlem yapamadılar, taburcu edemediler, rapor veremediler ama üstten gelen baskıları da ezemediler. Bocaladılar… Bundan sonra Onur oyundan çıkmak istedi…
Yaklaşık 20 gün oluyordu, hiçbir şey yapıldığı yoktu, doktor bir muhatap arıyorum, yok. Hukuki muhatap arıyorum, yok… İnfaz memurları şaşkın, orada nöbet tutan jandarma personelleri şaşkın… Adamlar gelip gidip “Yahu sen hala burada mısın, senin hiçbir sorunun yok. Seni niye burada tutuyorlar” deyip duruyorlardı. Hepsi şahitlerim, davalarda dik duracaklar… İsimlerini, soy isimlerini de verdiler ve “Ne gördüysem anlatacağım kardeşim” dediler. Hatta hastahane hemşirelerinden de çok temiz niyetli, sizler gibi şeytanlaşmamış çok sayıda kişi de şahitlik yapacaklarını ifade ettiler. Hatta bunlardan ikisi, doktor Onur’un, doktor Vedat’ın bana nasıl yalanlar söylediğini, arka planda aynı konuları kendilerine nasıl başka anlattıklarını, kendilerine nasıl yalanlar söylendiğini meydana çıkarttılar. Kendileri de sarsıldılar.
Hele bir hemşire var ki soğuk algınlığı ilacı olduğu iddiası ile bana onunla ilaç gönderdiler, açıkça yalanlar söylettiler. Beceremedi, açık verdi. Ne olduğu hala belirsiz olan o ilacı tam yutuyordum ki üzerine gittim, sıkıştırdım, bocaladı ve bir çocuk gibi oradan koşarak kaçtı. Arkasından “Senden de davacı olacağım, bu nasıl iştir böyle… İki sözünde bir kendini yalanlıyorsun.” deyince, az ileride infaz memurlarının kapıyı açmasını beklemek zorunda olduğu anda, beni gayet net duydu ama gık diyemedi.
Aynı ilaç için bir personel soğuk algınlığı ilacı derken, diğeri B12 vitamin ilacı dedi. Bu işin arkasında gizli Yahudi doktor Begüm vardı ve bunları da bildiğini tahmin ediyorum Zeki Çalışkan…
21 günlük yasal denetim süresi bitecekti, az kalmıştı.. Bir şeyler yapmaları lazımdı ama kilitlenmişlerdi, seninle de Hüseyin sık mekik dokuyordu. Hukukla tehdit ettiğimde sana dönüp senden destek alıyordu, değil mi Zeki Çalışkan?Sonra kendilerince vizit dedikleri bir toplantı yaptılar. Saymadım ama yaklaşık 20 ya da biraz daha fazla psikiyatr, psikolog ve ayrıca sosyal tarama uzmanı dedikleri biri v.s. toplaşmışlar. Bir U masa olmuş, jandarma personeli beni oraya götürdü, kelepçemi açtı ve boş kalan uca beni sandalyede oturttular.
Senin Hüseyin “Evet Tuncay bey! Siz neden Cumhurbaşkanına hain diyorsunuz” diye söze girmesin mi… Altı ay boyunca bir şey soramamışlar, “Neden sormuyorsunuz” diye yatış kararından önce de bunları baskıya almıştım. Yine soramamışlar, onca gün yatmışım bir şey soramamışlar ve sonra yapmak istediklerine bak Zeki…
Gülsem, gülemiyorum. Kızsam ve öfke krizlerine girsem, zaten onu bekliyorlar, istiyorlar.
“Tayyip’in vatana ihanet ettiğinin somut delillerini on yıldır paylaşıyorum. Yargılanmaya çalışıyorum, başaramıyorum. Son zamanlarda bir keresinde binlerce kişiyi çok vahim iddialarımla CİMER’ yönlendirdim. Panik haliyle CİMER’i kapattılar. On günden fazla süre kapalı kaldı. Sonra insan aklıyla dalga geçer gibi açıklama yaptılar. Ana adres değişmiş de CİMER artık falanca adresteymiş. Yahu böyle bir sitenin arkasında ben bile olsam, tek başıma olsam, bir adres değişikliğini eski adrese koyacağım bir boş sayfadaki iki satır yazıla duyurabilirim? Yeni adresin köprüsünü, linkini verebilirim? Dahası, eski adrese girmek isteyenleri, kendileri farkına bile varmadan yeni adrese yönlendirecek bir sistemi beş dakika içinde ben bile kurabilirim? Siz bunu neyle, nasıl açıklayacaksınız? Ben yargılanabilmek için işte bu kadar çırpındım ve kendimden işte bu kadar eminim. Ben bir iddia bulunup somut delillerini de yanına eklemişsem, o adam her kim olursa olsun ona vatan haini derim. Dedim, demeye devam edeceğim. Kendisi de bu nedenle on senedir vatan haini dediğim halde benden davacı olamadı. Şu önünüzdeki dosyalara bakın, biri üç sene öncesinin dosyası, biri iki sene öncesinin, diğerlerinin bilmem ne zamanın… Bunların hepsi sümen altıydı, ben bilerek tansiyonu yükselttim ve ellerine geçtim. Şimdi de aylarca içeride sessiz durduktan sonra bir karşı hamleye giriştim. Onların son çaresi sizsiniz. Siz arada kalıyorsunuz, mevzu sizin üzerinize yıkılacak, dikkat edin.
Bu iş böyle acayip bir şekle gelmek yerine, şu hakimler savcılar bana -Ne imiş senin delillerin, ver bakalım-” deseydi, mesele bitmişti. Bakın Hüseyin Bey, ben Libya’ya koca gemi dolusu askeri araç, silah ve mühimmat kaçırılırken dünyada ilk olarak bunu haber yaptım, ifşa ettim, somut delillerini de yanında paylaştım. Bu gemide belki de yarım milyar dolarlık malzeme vardı. Bunlar kimin parası ile alındı, sizin, benim, buradaki şu diğer kişilerin paralarıyla… Bu gariban milletin paralarıyla… Yapılan tam bir vatana ihanet eylemiydi. Uluslar arası savaş ve terör suçuydu. Bunun gibi neler neler var. Siz şimdi bunca yayından altı ay boyunca hiçbir şey sormayıp da sonra vatan haini diyemezsiniz deyip de mevzuyu geçiştirecek misiniz?” dedim.
Hüseyin ne yapsın, mecbur… Ezildi, sesi değişti, hali değişti, oradakiler de anladılar ama elinde malzeme yok. Açıp da bana bir tane yayın, yazı soramıyor. Hepsi çok zekice, çok mantıklı ve ciddi şekilde yazılmış gerçekler… Hepsi birbiriyle muazzam bir mantık ve kurgu uyumu halinde… Yine ısrar edip başa sarıp “Vatan haini diyemezsiniz” dedi.. Ben de “Ben bu sürecin başından beri aynı şeyi söyledim, şimdi de söylüyorum. Sizinle tartışmayacağım. Buraya hukuki bir sebeple mi geldim, tıbbi bir sebeple mi? Burada tıp mı hukuk mu konuşacağız?” dedim. Halbuki ben “Bana yayınlarımı sorun. Neresinde şizofrenik bir hayal dünyasının tezahürü var, anlatın, benden izah ve ispat isteyin” dedikçe. “Biz doktorlar olarak, yayınlara, içeriğe bakmıyoruz” deyip duran da kendisiydi ve doktor arkadaşlarıydı.
Bu kısımları yazarak anlatmak mümkün değil Zeki.. Az bir zamanı kaldı, o gün gelince ben sesli olarak anlatacağım ve bütün Türkiye şoka girecek. Yarım saatten fazla bir süre konuşmalarım oldu. Ne hallere düştüler, görsen acırdın hallerine…
Darbe üstüne darbe aldılar. “Sizin kurul başkanlarınız bile hukuk bilmiyor” deyip anlattım, “Benden önce yatırılması gereken yüzlerce kişi var, bana sıra en iyi ihtimalle bir senede gelirdi, beni buraya bu kadar önden getiren güç kim?” dedim, en çok da bu soruda dut yemiş bülbül gibiydi senin Hüseyin… Kıvırmaya dönük bir izahat bile yapamadı. Kendisi oranın üst sorumlusu ama bu soruya cevap veremiyor, düşünsene Zeki onun oradaki halini….
“Benim için yatış kararı verilen dava 39. Asliye cezada görülüyor. Yatışa kadar bana bu dava ile ilgili baskı yapıp duruyordunuz. -Bir yatın, konunun muhataplarını bulalım, anlattıklarınızı doğrulayalım.- diyordunuz. Bu kadar hukuksuz bir şekilde yatış kararı çıkartıldı. Yattım bunca gündür, bana bu hususta ne sordunuz? Kimi aradınız? Ben 39. Asliye davasında karşımda müşteki olan şahsı hemen yanınızda arayalım da gerçekleri itiraf edecek dedim yatış öncesinde sizlere… Neden duymazdan geldiniz? Mesele on dakikada çözülecekti ve şimdi hala ban bir şey sormadan acayip bir sistem işletmeye çabalıyorsunuz? 39 Asliye, yatış kararı veremden önce usul gereği beni SEGBİS’ten bağlattı. Hakim değişmiş, tavırlar hukuk dışında, söylüyorum anlatıyorum hak arıyorum dinlemiyor bile… Son kısmında dalga geçmeye başladı ve bir de yüzüme kapattı SEGBİS’i… Bütün bunları bir araya getirdiğinizde siz ne düşünürsünüz? O davada müşteki 8 senedir duruşmalara hiç katılmamış. küsur sene önce şikayetini geri çekmiş. Silahlı olduğum iftirası mevcut olduğu için kamu davasına dönmüş. Müştekinin iki şahidinden biri hiç duruşmalara gelmemiş, zorla getirme kararlarına rağmen sözde sekiz sene boyunca bulunamamış. Diğer şahit de onların şahidi ve benim haberim bile olmadan vicdan yapıp gidip daha önce hakime -Ben yalancı şahitlik yaptım, hepsi yalan bunların… Silah da mekan basma da yoktu- demiş. Dava çoktan düşmüş. Bu davayı düşürmeyen, bu son duruşmada hakime bu tavırları sergileten, beni buraya yıldırım hızıyla getirten, beni burada hukuksuz tutan güç kim?” dedim ama diğer 15-20 kişi sarsılıp durdukça senin Hüseyin vaziyeti kurtarmaya çabalıyordu.
Hüseyin en sonuna doğru yine “Bırakın şimdi Libya’yı, gemiyi, silahları, şunları, bunları” falan demek zorunda bile kaldı. Oturduğum yerden zıplardım, başka türlü dengelerin içinde olsam. “Bu nasıl insanlık, bu nasıl vicdan, bu nasıl hukuk/adalet, bu nasıl bir çıldırtırcasına tavır” dedim. Sustum Zeki, bunu bile diyerek hala işi yokuşa süren birine ben daha ne diyeyim? “Bundan sonrasını mahkemede söyleyeceğim ve Hüseyin Bey siz de en çok bu hususlarda yargılanacaksınız. Neyi geçiştirmeye çalışıyorsunuz, neyi zorluyorsunuz? Neden sürekli birbirine tezat konuşmalar yapıyorsunuz?” dedim de “Hayır, hangi sözlerim tezatmış” diyemedi. Sustu, dondu, yüzü tutuldu, sarsıldı Zeki… Pekiyi senin haberin var mı Zeki, o vizit baştan sona kadar oradaki bir personel tarafından kayda alındı. Kayıt benim de elimde var, Ankebut Ağı mensuplarında da var ve iki taraftan da olmayıp üçüncü taraftan olanların ellerinde de var ve şimdi bile paylaşsam neler olur biliyor musun, ortalık ne hale gelir, öngörebiliyor musun?
Ya o vizitten ben çıkartıldıktan sonra o ekibin oylama yapıp da “Bu kişinin aklında ve yaşadıklarında hiçbir tuhaflık ve sorun yok. Bir an önce taburcu edilmeli” kararı birkaç kişi hariç tam bir katılımla, ezici oy çokluğu ile çıktığı halde, beni neden taburcu etmediklerini de biliyorsun değil mi? Bence sen bu hususları Tayyip’ten bile iyi biliyorsun seni gidi insan şeytanı adi mahluk seni…
Bu vizitte, beklemediği bir anda Hüseyin’i merkeze alarak oradaki herkese şunu da söyledim:
“Ben buraya cezaevinden 13 Aralık 2019 Cuma günü, önden haber bile verilmeden, akşama doğru getirildim.
Buraya geldim, cumadan sonraki pazartesi günü doktor Onur ile Begüm’ün olduğu odada yarım saat kadar konuşabildim ve sonra kimse benimle muhatap olamadı. O gün bizim cepheyle karşı cephe arasında restleşme yaşandı. Bizimkiler karşı tarafa bir şekilde seslerini duyurdular ve -Siz, bu kadar delil bulunan bunca hususta, her şeyi basit bir hastahane hamlesi ile kapatabileceğinizi mi sanıyorsunuz? O delilleri çok sayıda insan üzerinden yine de adliyelere yığmak mümkün ama hastahaneye yığmak da mümkün- dediler” dedim ve devam ediyordum “Siz, bu restleşmeden sonra mı bir daha benimle muhatap olamadınız? Vaziyete son bir defa bakacağım, tavırlarınızı göreceğim ve sonra bitirici darbeyi vuracağım, buraya deliller yığdıracağım, bu pusuyu ezip geçeceğim diye mi benimle kimse muhatap olamadı. Karşımda bunca hukuksuzluk sergileniyorken, hedef buna meydan bırakmamak mı?” diyecektim ki Hüseyin anladı, izin vermedi devam etmeme, ezici tavır sergiledi ve konuyu geçiştirdi. Ben bunu yaptıktan sonra yine “Beni buraya, yüzlerce kişinin sırasını çalarak getiren güç kim, bu kurumda kimin öne çekileceğine, önden yatırılacağına, hangi mevzuata/hukuka göre kimler karar veriyor, bunu cevaplamadınız” dedim. Yine sıkıştı, yine bir şey diyemedi.
Bütün hukuksuzluklara, zorlama ve art niyetli tavırlara rağmen o vizitten, doktorların/ekibin tamamına yakınının ortak kararı ile “taburcu edilmem” yönünde karar çıktı. Beni yine bırakmadılar Zeki… Senin de sayende, bu şartlarda bile yine de zorladılar bu işi… Ses kaydı senin elinde yoksa, bana Telegram’dan bir merhaba de, hemen atayım dinler anlarsın ne derece bir hukuk skandalı yaşandığını…Dahası da var, sonra Begüm de Onur da bu aramanın yapıldığını inkar ettiler. İnfaz memuru şahit, jandarma erleri şahit, yan hücrede tutulan iki kişi şahit ve dahası güvenlik kamerası kayıtları da var… Ne diyeceksin Zeki? Onur, baştan beri çok haklıymış değil mi?
Yine de taburcu edilmeyince ve yine de tıbbi bir işlem de yapılmayınca, günler öyle geçmeye devam edince ben büyük bir baskı kurdum. Oradaki infaz memurları ve jandarma personeli bile yaşananlara inanamadılar.
İşte o artık isyan ettiğim, gürültü çıkarttığım aşamada mecburen karşıma doktor çıkarttılar. “Sizin doktorunuz Onur Bey” diyenler bir anda kıvırıp doktorunuz Begüm Hanım dediler. Detaylarını atlıyorum, mevzu çok uzun diye ama arada kurum içi telefon görüşmeleri, yalanlar, pusular, konuşup inkar etmeler, neler neler var. Her aşaması da şahitli, ispatlı…
Onur pes etmişti o tek görüşmede ve mecburen Begüm’e “Bu işi sen hallet, buraya kadar gelmiş, bu iş halledilmeli, bu adam on senedir durdurulamadı” dediler.
O baskıyı yaptığım sırada karşıma doktor Begüm’ü çıkarttılar. Detayları ve delileri bol bol var, atlıyorum. Zamanını bekliyorum ve anlatacağım delilleri ile…
Ben Begüm’le konuşurken Onur benim orada o odada olduğumu bilmeden girdi içeri ve beni görünce hemen geri çıkmak istedi. Zor çevirdim, arkasından defalarca yüksek sesle seslendim, çıkıp kaçmaya fırsat bulamadı ve mecburen karşıma, Begüm’ün yanına oturdu. Muhatap aldım ve “Neler dönüyor burada? Taburcu olacağıma karar verilmiş, bu karar telefondan başımda duran infaz memuruna söylenmiş ve jandarma personeli de buna şahit olmuş, ben tam taburcu oluyorum derken -Yok öyle bir şey söylenmedi- diyorsunuz ve süreyi uzatmaya oynuyorsunuz? Siz neler çeviriyorsunuz? Gelin benimle, telefon görüşmesi yapılan ve bilgiyi bana aktaran infaz memuru şu anda da nöbette, başımda duruyor. Adı şu, sizinle yüzleştireyim” dedim… Çaresizlikle küstahça tavırlar sergileyerek üste çıkmaya daha doğrusu mevzuyu kıvırmaya çabaladı ve haddi iyice aşarak “Sizin yayınlarınız hayatın gerçekleri ile bağdaşmıyor, sizin için bir tedavi süreci başlatacağız ve burada kalacaksınız” dedi Onur… “İlk ve son görüşmemizde yayınlarımının yanında somut deliller bile paylaştığımı itiraf eden, bunları nereden bulduğumu soran da siz değil miydiniz?” demem bile fayda vermedi. Biliyorsun, o anda telefonları açıktı ve hattın ucunda sizlerin ayarladığı savcının kalemi vardı. Benim konuşmalarımı da duyuyordu. “Bana, beni burada tutmak için almanız gereken savcı ya da mahkeme kararını, ek süre kararını gösterecek, yazılı olarak tebliğ edip imza ettireceksiniz ve sonra ben itiraz hakkımı kullanarak burada neler döndüğünü de ayrıntılı, şahitli, ispatlı yazarak itiraz edeceğim. Bakalım ondan sonra bu işi nerelere uzayacak” dedim ve orada yanımda bulunan iki jandarma personeline de “Bu iş baştan belli idi ki mahkemelik olacak, bunlara şahit oluyorsunuz, şu duruşlarını görüyorsunuz, sizlerden ricam hafızanıza yazın, şahit olacaksınız” dedim. İsimlerini bile aldım. Sükut ederek, boyun bükerek tasdik edebildiler. Onlar bile çok rahatsız olmuşlardı.
Yanında gizli Yahudi doktor Begüm vardı. Baktım Onur mecburen yine rol yapıyor, baskı altında, açık verip duruyor, yüzüne vurunca zorlama yorumlarla kıvırmaya çalışıyor. Heyecanı ve korkusu dışa vuruyor. “B12 vitamin hapı da bir soğuk algınlığı hapıdır” diyecek kadar saçmalıyor. Ben mevzunun tadının kaçtığını anladım, baştan beri söylediği gibi bir kez daha “Bu işin sonu mahkemede bitecek ve hepiniz cezalar alacaksınız” dedim. Lakin arkasına ekledim “Hepinizi dinliyoruz, hepinizin bağlantılarını biliyoruz ve delilleri elimizde, dinleme kayıtları da elimizde”
Yüzünü görmeliydin Zeki… Çarpılmış gibiydi, sarsıldı, konudan koptu. Artık kıvıracak bir şey bulamadı, gizli Yahudi Begüm de onun sıkıştığını anlayıp sözün arasına girince “oh kurtuldum” dercesine beden hareketlerine mani olamadı ve kendini saldı…
Biliyorsun, buzdağının görünen yüzünü anlattım Zeki Çalışkan… Daha neler neler var. Sahadaki dengeleri gözettiğimden ismini anmadığım kişiler, kurumlar, teşkilatlar, bağlantılar da var.
Mesela hastahaneye günü birlik götürülüp getirilirken yanımda vazifesi icabı bulunan Jandarma personellerinin, anlatmaya çalıştığım hususları duyunca bana nasıl güzel tavırlar sergilediklerini ve bunlardan birisinin “Kardeşim, burada sana karşı apaçık şekilde bir şeyler döndürülüyor. Anlattıklarını da dinledim, hepsi çok doğru, çok mantıklı. Bu hastahaneyi ve doktorları dava et, öttürürsün” dediğini…
Ya da doktor Pınar’ı jandarma personellerinin önünde nasıl da köşeye sıkıştırdığımı, gerçek yüzünü meydana çıkarttığımı, tezatlarını yalanlarını yüzüne vurduğumu, rezil olduğunu ve oradaki jandarmaya “şahit olacaksın” dediğimde hislenmiş bir şekilde ve onay kastıyla kafa salladığını ve daha onlarca kısmı, hususu anlatmadım.
Doktor Çiğdem ve doktor Pınar’ın “Benim anlattıklarımın doğruluğunu 15 dk da internet taraması ile bile anlayabilirsiniz. Vaktiniz yok anladım ama kaçıncı defadır söz veriyorsunuz, bakacağız diyorsunuz da bakmıyorsunuz, bakın, internette bile deliller paylaştım. Onbinlerce yayınım var koca ülkede ve dünyada nasıl ses getirmişim de karşıma aklı başında bir kişi çıkıp da -İşte mfs nin tezatları, artniyeti- diyememiş. 46 raporlu birisi kullanılmış, deli olduğumu iddia etmiş, kendi raporunu montajla bana uyarlamış, bunun arkasında da Zeki Çalışkan var. Siz bu işi kısacık sürede çözebilirsiniz” gibi çıkışlarım karşısında ne hallere düştüğünü de anlatmadım. Bunların detaylarını anlatsam zaten, o kurumda deprem olur, hemen soruşturmalar ve yargılamalar başlar.
08 Ocak 2020 tarihinde hastahanede tutulduğum hücreden ceza evine dilekçe yazdım ve müdürü bilgilendirdiğim gibi dilekçemin kopyasının İstanbul İl Sağlık Müdürlüğüne, diğer kopyasının da İst. And. Cumhuriyet Başsavcılığına iletilmesini istediğimi ve bu dilekçenin hala bulunamadığını ama gönderme faks raporunun elimde olduğunu anlatmadım Zeki… Sadece bu dilekçenin yok edilmiş olması bile onlarca devlet yetkilisini ve hastahanede bu işe karıştırılan herkesi ve ardından seni ve çeteni içeri almaya yeter. Hem de vatana ihanet dahil onlarca suça ortak olmaktan, suçu ve suçluyu korumaktan Zeki…
Ceren Bilgesoy, Ceren Ateşal, bilmem ne Büyükkılıç v.s…
Benim Erenköy’ götürüldüğüm sıralarda personelin tamamına yakını gizli Yahudi ve gizli Ermeniydi Zeki… Biliyor musun bir keresinde işi gırgıra vurdum, Hakan Dağüstün diye sözde bir doktora “Sizin adınız soyadınız tuhaf… Sabetaycı mısınız?” dedim de halini bir görseydin Zeki… “Neden bahsediyorsunuz anlayamıyorum” deyince gayet sakin şekilde “Ceren Bilgesoy ve Ceren Ateşal da Sabetaycılar mı? Ne kadar tanıyorsunuz bu kişileri?” dedim. Çıkamadı işin içinden, gerginlik oldu biraz, ben sakin kaldığım halde… Baktım Jandarmalar bu hususlarda hassaslar, rahatsızlıklarını belli ettiler, konuyu anlamasalar da doktorlara sıkıntı çıkarttığımı zan ettiler de ben de “hiç gereği yok, mahkemelerde zaten ben bunları göreceğim” dedim içimden ve üstelemedim.
Şimdi beni dinle insan şeytanı!
Seni tabir ve tarif edebilecek kelimeler benim lügatimde yok. Senin seviyene istesem de inemiyorum. Nasıl bir şeytan olduğunu senelerdir anlatıyorum. Otuz kadar avukat arkadaşını ne kadar vahim iddialarla suçladım da üzerine iki sene olacak, biriniz bile benden davacı olamadınız. Biriniz bile hiç değilse “Akıl sağlığı yerinde değildir.” diyemediniz. it gibi titrediniz arka planda…
Ne zaman şu AKPKK organize suç, terör ve ihanet örgütünü köşeye sıkıştırsam, şu Tayyip’i şamar oğlanı yapsam ve cemaatimizin içindeki adamlarını, o münafıkları duvardan duvara vursam, karşıma sen çıkıyorsun.
Bak buraya yazıyorum, ben çilemi doldurdum, cefamı çektim, imtihanlarımı geçtim ve bundan sonra önceki gibi birisi değilim… İçeri girmek, sıkıntılar çekmek, geri durmak beni irademle yaptığım, dinimle yorumladığım ve karar aldığım hususlardı. O devir bitti… Bunu o devreleri yanmış kafana iyice kazısan iyi olur.
Bu sözlerimi kale almayıp da basit basit hamleler yapacaksan bil ki sert karşılıklarımı göreceksin. Hükumet mi krize giriyormuş, devlet ve yargı otoritesine itaat mi terk ediliyormuş, memlekette çok yönlü bir kaos mu çıkıyormuş, milyonlar sokaklara mı dökülüyormuş, peşinize mi düşüyormuş hatta iç harp mi çıkıyormuş, umurumda bile olmaz. Bu kadar hukuksuz şeylerin üzerine hala “Ben yaparım olur” tarzıyla ve devlet gücünü, adli gücü istismar ederek hala yol almaya kalkarsanız, devletin makamlarını delillere boğarım. Sistem o anda durdurulursa kaos çıkar ve ben bile durduramam hatta yönlendiremem. Bu kadar senedir nadiren somut deli paylaşmamın en büyük sebeplerinden/hikmetlerinden biri de bu zaten…
Beni zorlama, seni 3. köprüden aşağı doğru asarım, yanına çeteni de asarım ve leşlerinizi de aylarca orada bırakırım. Bilirsin, ben dediğimi yaparım.
Türkiye’de hukuk varsa, şu gördüğün ve UYAP’ a girmesini çok çok zor sağladığım, yok edilmesine izin vermediğim şu dilekçem hepinizi bitirir…
Türkiye’de hukuk yoksa, biz yine kendimizden vererek sabır ederken bir de daha da damarımıza basacaksanız, bu mfs, bu cemaat ve bu millet işini bilir. Artık isyan çığlığı duyarsınız “Bu ses de ne” derken milyonlarca ayağın altında kalırsınız.
İnsanların sabrını bu kadar zorlamak, haddi bu kadar aşmak, aklı başında kişilerin yapacağı iş değil, şeytanlaşmışsınız. O halde inceldiği yerden kopsun. Haydi meydan sizin…
Ahmaklarsınız!
Geçen seneki yayınlar duruyor. Açıp açıp bakın. Ben size kırk kere “Hukuk kartını oynamayın. Az akıllı olun. Dosyalarımı oynamayın. Bununla üzerime gelmeyin. Hiçbir şey tutturamazsınız. Ben gerçek manada gitmiyorum hukuka elimde bunca delil varken ve zorlamıyorum bu yolu, bir de siz bu halde benim üstüme hukuk kartıyla mı geleceksiniz?” mealinde yazıp durmadım mı?
Büyük bildiklerim izin vermediler ve benim manen daha da tekamül etmemi, geleceğe hazırlanmamı istediler ve bir de nasihat almayan bu millet hak ettiği belaları bulsun dediler de boyun büktüm. Kırk kere “Olaylara sizin gibi bakmıyoruz. Bizim maneviyatımız ön planda…” dedim durdum.
Ne oldu şimdi? Çıktım, istesem çıktığım gibi hepinizi hukuk kartıyla ezer geçerdim. İstesem şimdi bile ezer geçerim. Ben gitmedim yine bu yola, bu şartlarda bir daha siz mi bu kartı kullanacaksınız? Öyle bir dünya yok… Haddinizi aşmayın. Neyi neden yaptığımı biraz biraz izah ediyorum, bu defa olsun dinleyin. Yoksa ortalık fena karışacak.
Size söyledim, girin Suriye’ye, girin Libya’ya ve savaş çıkartın. İç savaş çıkartın. Kıtlığa sebep olun, hiçbirini bozmayacağım. Hala anlamadınız mı benim sözüm, sözdür… Yıkılsın ortalık, temizlensin şu memleket ve şu dünya, sizin planlarınıza da uyuyor işte…
Öyle zan ediyorum ki bir şeyleri yanlış hesap edeceksiniz Onur, Çiğdem, Vedat, Begüm ve diğerleri…
Ben sizi orada iken de çok ikaz ettim ama dinlemediniz. Şimdi bir kez daha ikaz ediyorum ki tepedekiler sizleri kurtaramazlar. Kendilerini kurtarmak için sizleri harcamak zorundalar… Hala onlara ümit bağlarsanız daha da feci akıbetlere sürükleneceksiniz. İtirafçı olun, her şeyi benim anlattığım gibi dosdoğru anlatın, baskı altında olduğunuzu, tehdit altında olduğunuzu ağız birliği ile söyleyin ki cezalarınız çok çok hafifler. Aksi halde her ihtimalde sizleri bir şekilde bitirecekler.
Mehmet Şevket Eygi’yi iyi bilmiyoruz. Samimiyetsiz münafık Kadir Mısıroğlu gibi MİT ajanı olan Eygi bir o kadar samimiyetsiz, lüzumsuz, numaracı bir MİT ajanıydı. Nazım Kıbrısi adlı Hristiyan misyoneri gerçekte ne olduğunu bile bile inatla müdaafa edebilmiş biriydi.