Gereksiz sıkıntılara giriyorlar

Bu davranışları isabetli değil… İSLAM’A HİZMET ETMİYORLAR, SADECE MÜSLÜMANLARIN HIZINI KESİYORLAR, HATTA MÜSLÜMANLARI ÇIKMAZA VE FELAKETLERE SÜRÜKLÜYORLAR.

Böylesine küfür ve isyan dolu bir memlekette, Dar’ül Harp bir memlekette, bağlılarını Dar’ül İslam Fıkhı ile amel etmeye zorluyorlar. Yetmiyor bir de takva üzere yaşamaya zorluyorlar. Tabii ki mümkün de olmuyor. Bu bakış açıları, bu davranış tarzları fayda değil zarar veriyor bütün Müslümanlara… İslam devletinde bile avama, takva ehlinin fetvaları verilmez. Lakin onlar her şeyi öylesine bulama yapmışlar ki, Deccal küfrünün tam içinde yaşayan müslümanların hepsine birden ruhsat/kolaylık fetvaları değil de azimet/takva fetvaları veriyorlar. Bir taraftan kılık kıyafete kadar her şeyleri ile takva ehli olmaya çalışırlarken, bir taraftan faizden bile kaçınamayan çarşaflı, sakallı, cübbeli tuhaf insanlar durumuna düşüyorlar.

Tarih, Kültür, Sanat, Edebiyat, Þiir, Müzik, Dekorasyon, Kitap, Belgesel, Biliþim, Çocuk, Eðitim, Ekonomi, Seyahat, Ropörtaj, Saðlýk, Sinema, Þehir ve Yaþam, Teknoloji, Yemek ve Mutfak, http://www.akademidergisi.com


Müslüman kadının yüzünü de kapatması gerekir mi? Bu zaten ihtilaflı bir mesele… Yüzün kapatılması Dar’ül İslam’da bile farz değil. İlla kapatılacaksa bu takva fetvası olur. Ama yaşanılan bu devirde, böylesine fitnelerin kol gezdiği her yerin terör dolu olduğu ve küfrün hakim olduğu bu devirde aklı başında bir Müslüman kadın yüzünü kapatmaz. Kimliği tek bakışta anlaşılabilecek bir halde ve farzları da ihmal ve ihlal etmeden tesettüre girer. Yoksa tam aksine hiç anlamadığı bir anda tesettürü tamamen al aşağı edilebilir. Hiç istemediği bir durumda kalabilir. Dar’ül Harp memleketlerde, yani şeriat ile yönetilmeyen ülkelerde, Müslümanların ruhsat fetvaları ile amel edebilmesi bile çok büyük bir cihattır. Ve bu zaman öyle bir zamandır ki bu zamanın müslümanları hakkında Hz. Resul (s.a.v.) ”O zamanda imanı olanlara müjdeler olsun” ve “Siz benim ashabım/dostumsunuz, o zamanın müslümanları benim kardeşlerimdir” ve “Ümmetim yağmur gibidir. Evveli mi ahiri mi daha hayırlıdır(daha yüksek derecededir) bilinmez” buyurmuştur.

Koca koca Ehli Sünnet fukahası(fıkıh alimleri), küfür ve fitne devirlerinde, illa zorda kalırsa (ki zorda kalmanın ne demek olduğunun şartları, detayları var), Müslüman kadının saçının/başının büyük kısmını ve kollarını bile açabileceğine fetva vermişlerdir. Ama bunları, bizim bu milletimize, hususiyetle de bu İsmailağa cemaati mensubu müslüman Ehli Sünnet kardeşlerimize anlatmak kısa vadede pek mümkün değil.

Müslüman akıllıdır, zekidir. Ahiretini asla ihmal etmez ama dünyasını da asla ihmal etmez. İkisini at başı dengede götürür. Şeriat ile yönetilmeyen bir ülkede, İslamın emirlerine riayet etmek isteyenlere sıkıntılar çıkarılan bir memlekette Dar’ül Harp Fıkhı geçerlidir. Bu fıkhın dayandığı temeller de yine Kur’an-ı Kerim, Sünnet, İcma ve Kıyastır. Hiç kimse böylesine temel bir gerçeği göz ardı ederek, olmadık detaylarda Müslümanları boğamaz. Böyle bir hakka sahip olamaz. İmam-ı Azam ve İmameyn(İmam-ı Azam’ın ictihad mertesine yükselmiş iki talebesi), Dar’ül Harp Fıkhını da hazırlamışlar ve gerekli ictihadları da yapmışlardır. Lakin muhatabımız olan İsmailağa cemaati, böylesine ayarından çıkmış bir devleti, içinde Müslümanlar var bahanesi ile İslam devleti kabul ediyor ve böylesine küfür ve isyan dolu bir memlekette, bağlılarını takva üzere yaşamaya zorluyor.


Oysa bu mümkün değil. Hazreti Peygamberimiz şu anda Türkiye’de yaşıyor olsa, Dar’ül Harp Fıkhını tatbik edecekti. Bu ne demektir? Bu şu demektir, Hz. Peygamberimiz şu anda Türkiye’de yaşasaydı, Mekke hayatında, henüz bir İslam devleti/otoritesi tesis edilmediği ve şeriat kanunları geçerli olmadığı zamandaki uygulamaları ile hareket edecekti. Mekke döneminde, idare/yönetim Müslümanların elinde olmadığı için Dar’ül Harp Fıkhını tatbik etti. Bu cemaatin söz sahibi olanları, bunları da bilmiyor değiller. Bu davranış tarzları da samimiyetsizliklerinden kaynaklanıyor.

Böyle bir davranış tarzı ile, Müslüman erkeği ve kadını, toplum hayatının dışına iten, teknolojiyi, bilimi, tıbbı, orduyu, ticareti ve her şeyi ihmal eden bir ayara sokuyorlar. Bu gerçek bir mürşidi geçtik, gerçek bir zahiri alimin bile kat’iyen yapmayacağı ve yaptırmayacağı bir şeydir. Zira dünyayı ihmal ederek ahiret kazanılamaz. Dünya işleri hepten kafirlerin eline bırakılırsa, müslümanlar perişan edilirler. İmanlarını bile kaybedecekleri zulümlere, tuzaklara düşürülürler. Hem o dönemin Müslümanları, hem de soylarından gelen diğer nesiller, çok çok büyük sıkıntıların ve tehlikelerin içinde kalırlar.

Dar’ül Harp, adı üzerinde harp memleketidir. Bu harbin illa silahla olması da, ortada gözle görülür cephelerin ve silahlı mücadelenin olması da şart değildir. Çok çeşitli hileler ve çok şaşırtıcı fetvalar geçerlidir Dar’ül Harp Fıkhında ev Dar’ül Harp Fıkhı bir cemaatin ya da bir liderin uydurması da değildir. Bunların dayanağı da bizzat Peygamberimizin Mekke hayatındaki uygulamalarıdır. Anlaşıldığı üzere bu cemaatin tek sorunu cübbe ve çarşaf takıntısı da değildir. Daha temelde, çok daha vahim sıkıntıları söz konusudur.

İmamların maaşlarının bile genel evlerden toplanan vergilerle ödendiği böyle bir devleti İslam devleti bilmek, İslam dininin en temel emirlerinin yasak, en temel yasaklarının bile serbest olduğu, içkinin, zinanın, evlilerin zinasının, ibneliğin, şans oyunlarının, faizin her türlüsünün serbest olduğu ve bütün hukuk sistemi de gayri İslami olan böyle bir devleti İslam devleti bilmek, bu kadar ayardan çıkmış bir devlette, hiç mümkün olmadığı halde Dar’ül İslam Fıkhı uygulatmaya kalmak, bu nedenle bağlılarını olmadık sıkıntıların ve trajedilerin içine sürüklemek, küfür düzenine tabi bir parti sisteminin (aynı çarşaf gibi) hepi topu 150 senelik bir geçmişi olduğunu bile bilmeyip bu partilerden birini İslami parti, liderini emir’ül mü’minin bilmek-bildirmek itikadı bile sarsacak vahim hatalardır. Yıllardır yaptığımız ikazlardan, bu cemaatin içindeki bazı hocaların tesirlendikleri de görülüyor ama karınca hızındalar. İyice zorda kalmadıkça, çıkmaza batmadıkça, kamuoyu baskısı olmadıkça hatalı ve çok çok vahim neticeleri olacak yanlışlarından dönmüyorlar. Ayrıca Hz. Peygamberimiz(s.a.v.) o zamanlarda Rumların giydiği türden bir cübbeyi de giymiştir. Bu cemaatin zan ettiği gibi, gavurlar gömlek, mont giydi diye müslümanlar giyemez diye bir şey de yok. Müslüman erkek de kadın da, gayri müslimlerin elbiselerinden (dini ve siyasi mana ifade etmeyenlerini) giyebilirler. Yeter ki bu elbiseler tesettürün şartlarına uygun olsun.

Zamanın değişmesi ile İslamın hükümleri asla değişmez. Değiştiğini söyleyen İslam’dan çıkar ama elbiseler, binek vasıtaları, teknik araçlar, tartılar, tıp-tedavi yöntemleri ve araçları, eğitim metotları, fen ilimleri, evlerin eşyaların şekilleri, kullanılış şekilleri v.s. hep değişir.

O zaman çatal ve kaşık bulunmadığı ve Peygamberimiz üç eli ile pilav yediği halde, günümüzde çatal kaşık kullanmazlık etmeyen ve kullanan bu müslüman kardeşlerimizin, peygamberimiz cübbe giydi diye ceket ve mont giymemeleri de samimi ve doğru bir hareket değil. Günümüzde hala misvaktan daha ileri, daha sağlıklı ve yan etkisiz bir diş temizleme tekniği geliştirilemedi. Diş fırçaları ve macunları çok çeşitli açılardan mahzurlu. Şayet misvaktan ileri bir teknoloji bugün geliştirilsin, müslümanlara misvağı terk etmek ve o tekniği kullanmak şart olur. Sahabe hanımları da kara kara çarşaf değil, kara kara ferace giyip örtündüler. Ama varsayalım ki çarşaf giymişlerdi… Bugünün Müslüman kadınının buna rağmen, onlar çarşaf giymiş bile olsa, gelişen teknoloji ile üretilmiş başka bir kumaş çeşidinden başka bir elbiseyi(tesettürün şartlarına uygun olduktan sonra) giymelerinde hiçbir mahzur olmayacaktı.

Müslüman bir kadın, tesettürün şartlarına uygun olup, örtünmesi gereken yerlerini bolca örten bir kutu ya da çuval bile giyse tesettür emrine riayet etmiş olur. Çarşaf farz değildir. Tesettür farzdır. Yüzünü de örtmek şart değildir. Müslüman erkekler bolca ceket ve mont da giyebilir. Söz konusu İsmailağa cemaati, ehli sünnet olduğunu ve ehli tarik olduğunu iddia edip duruyorsa da ve ehli sünnetin muteber eserlerine kıymet veriyorsa da, başlarında büyük bildikleri, mürşid hatta müceddid bildikleri Mahmud Efendinin, en az 20 senedir akıl hastası ve diğerlerinin de ikbal peşinde samimiyetsizler olması nedeni ile, tabi olunacak bir cemaat ve yol değildir.

(Mahmud Efendinin akıl sağlığının yerinde olmadığı, herkesin onu ayrı ayrı sömürüp kullandığı, somut delilleri ile ispat edilmiştir. Daha önceki yazılarıma bakılabilir.)

Her geçen gün gerçek halleri daha da meydana çıkmakta ve daha da çok müslüman bunların bu gerçek yüzlerini ister istemez kabul etmektedir. Seferi-yolcu bir müslümanın, dört rekatlık farzları ikiye düşürmesi gerekirken yine dört rekat kılması nasıl doğru değilse, Dar’ül Harpte yaşayan bir müslümanın, Dar’ül İslam Fıkhını uygulamaya çalışması ve kendini, ailesini, müslümanları olmadık sıkıntılara ve tehlikelere atması da doğru değildir.

Zaten bu bilgiler ışığında etrafınızdaki müslümanların hayatlarını/uygulamalarını incelediğinizde göreceksiniz ki Türkiye gibi Dar’ül Harp memleketlerde Dar’ül İslam Fıkhı uygulayabilmek, dar’ül İslam fıkhına göre yaşayabilmek zaten MÜMKÜN DEĞİLDİR.

Mehmet Fahri Sertkaya

Hiçbir Müslüman, Nurettin Yıldız’ı savunamaz, buna yol da bulamaz!

Nuretin Yıldız çoktan tutuklu yargılanması gereken birisi. Evet, içimizdeki İsrail’in basın ve medyası, şu anki konuları çarpıtarak bir karalama yapıyor ama asıl mevzular başka. Aklı başında, itikadı düzgün, vatansever hiçbir gerçek Müslümanın, Nurettin Yıldız’ı savunamayacağını iddia ediyorum ve çok sayıda somut delil ile bu iddiamı ispat ederim. Nurettin Yıldız konusu öyle bir konu ki hiçbir gerçek mü’min ve vatansever “Ben seninle aynı görüşte değilim” bile diyemez ve Yıldız’a destek veremez. Sebep olduğu hem itikadi hem de dünyevi sıkıntılar, tartışmaya mahal vermeyecek netlikte gözler önünde. Aslında mesele Nurettin Yıldız meselesi bile değil ve zaten Nurettin Yıldız,gösterilmek istendiği vasıflarda birisi de değil. Mesele onun üzerinden bazı güç odaklarının Türkiye’ye ve ehl-i sünnet Müslümanlara kurduğu tuzaklar.

Ve aslında sahte diplomalı gayr-i resmi CB’nın çıkışı da samimi değil. Şartlar onu, bunu yapmaya zorluyor ve yine de Nurettin Yıldız’a ve üzerine kurulan sisteme zarar gelmemesi için mücadele ediyor. Aynısını Adnan Oktar için de yaptı. Halktan tepki gelen, basın ve medyanın kaşıdığı, kendisine oy kaybettiren her ne varsa, onlara bu kadar sene sonra da olsa müdahale ediyor, ilgileniyormuş gibi bir hava oluşturuyor. Oysa Adnan Oktar grubu ile Tayyip’in göbekten bağlı olduğunu bilmesi gereken herkes biliyor. İki taraf da birbirine gerçek anlamda karşıtlık yapamazlar. El Nusra’nın Türkiye’de bir numarası siyasi/idari manada Erdoğan’dır, ilmi/manevi manada Nurettin Yıldız’dır. İkisi de bilerek yada bilmeyerek CIA’ya hizmet ederler. Bunun somut delillerini TR ve dünya basınında bile görebilirsiniz. İddiaları değil, somut delilleri… Bu ülkenin evlatlarının, İslam diye sonsuz felakete sürüklenmesini, bu milletin kurtuluş denilerek devletini bile kaybedeceği felaketlere sürüklenmesini isteyenler, ‘Allah göktedir’ bile diyebilen bu bozuk itikatlı Vehhabi’ye destek verirler. Sonra da yatacak yer falan bulamazlar. Zaten iş oraya da kalmadan, bu ülkenin ehl-i sünnet dinamikleri, başta da biz Süleymanlılar, bu oyunları bozarız. Kimse beyhude yere kendini ve başkalarını felaketlere sürüklemesin.

Ve herkes gözünü açsın artık. Nizamı aralıklarla, daha pek çok şeye böyle dokunulacak ve düzeltiliyormuş tiyatrosu oynanıp oy yükseltilecek. Referandumu dünyanın gözleri önünde çaldılar, suç üstü de oldular, millet de bu hususta iyice uyandı ve rahatsız oldu, bu defa seçimi çalamazlarsa, hepsi müebbet hapis cezaları ile yargılanacaklar. Bu riskle karşı karşıya olanlar, her tiyatroyu oynarlar. Bu güne kadar bütün millete inat, yer yer milleti azarlayarak yaptıkları politikalardan, geri dönüyormuş rolleri de oynarlar.

Selefi/Vehhabi kafası

Mehmet Fahri Sertkaya

İslam Dininde güncelleme olmaz lakin…

Zamanın değişmesi ile İslam ahkamının/hükümlerinin değişeceğini savunanlar, helallerin harama, haramların helale dönüşebileceğini savunanlar, hiç tartışmasız küfürdedirler. Dinden çıkmışlardır.

Zamanın değişmesi ile değişmesine izin verilen ahkam da vardır ki bunlar, fen ve teknolojinin gelişmesi ile hayat tarzında yaşanan değişmelerdir. Eğitim ve öğretim teknikleri ve araçları, binek vasıtaları, kılık kıyafet gibi sahalarda yaşanan değişmeler, bunlardandır.

Bu sahalardaki değişmeler de, şer’i/dini sınırlar dahilinde kalınarak değiştirilir. Birkaç misal:

  • Evvelden Müslümanlar cübbe giyiyor iken, şimdilerde bol ve uzunca bir ceket de giyilebilir. Evvelden Müslüman hanımlar Cilbab giyiyor iken, şimdilerde isterlerse pardesü giyebilirler. Lakin, erkeğin tesettürünün de, kadının tesettürün de şartları asla değiştirilemez. Her ne giyilecekse, değişmez, değiştirilmesi teklif bile edilemez şer’i sınırlar dahilinde kalınarak giyilecektir. Mesela bir Müslüman erkek, ileri teknoloji ile üretilmiş eşofman giyebilir mi? Evet giyer ama tesettüre uygun olmalı ve gayr-i müslimlerin siyasi, dini sembolleri o eşofman üzerinde bulunmamalıdır.
  • Evvelden çarık giyiliyor iken, şimdi teknolojik imkanlarla geliştirilen çeşit çeşit ayakkabı giyilebilir.
  • Önceleri kitaptan öğretim yapılıyorken, şimdi istenirse bilgisayardan, mobil cihazlardan, akıllı tahtalardan yapılabilir. Yarın, doğrudan beyne yükleme geliştirilirse, o da kullanılabilir.
  • Önceden ata, eşeğe, katıra, deveye biniliyor iken, şimdi bisiklete, motosiklete, arabaya, uçağa, helikoptere, deniz vasıtalarına binilir.

Bunlar gibi misalleri çoğaltmak mümkündür. Lakin İslam dininin harp hukuku, miras hukuku, medeni hukuku, ticaret hukuku dahil, şeriattaki yani muamele hukukundaki hiçbir şey değişmez, değiştirilemez. İtikattaki yani iman esasların arasındaki hiçbir şey de değiştirilemez. Ayetler de değiştirilemez, hadisler de… Bunların herhangi birini kendi anlayışına göre değiştirmek isteyip bunlardan birini yerinden almak ve yerine başka bir şey koymak isteyenin kellesi, İslam devleti tarafından alınır. İslam dinine böyle taktik ve devasa bir taarruza karşı, harp hukukunun icabı yapılır.

Mehmet Fahri Sertkaya

İlk müslümanlar, Peygamberimiz (sav) ve ona ilk tabi olanlar değildir.

İlk müslümanlar Adem babamız, Havva validemiz ve Adem aleyhisselamı ilk insan ve İslam dininin ilk peygamberi kabul eden evlatlarıdır. (Bu meselenin tasavvufi izahı da vardır ve aslında ilk insan ve ilk peygamber, peygamberler peygamberi hz. Muhammed Mustafa -sav-dir ama bu kısımlar derin ilim gerektirir.)

Adem aleyhisselamdan bu güne kadar devam eden dinin adı İslam’dır ve İslam dini bu dünyanın ve bütün alemlerin(üzerinde hayat bulunan diğer dünyaların da) tek hak dinidir.

Allahü Teala bu dünyaya ve başka dünyalara, ayrı ayrı dinler göndermemiştir. Dünyamızdaki 124 bin peygamberin tamamı İslam peygamberi idi.

Musa aleyhisselamın Musevilik diye bir dini yoktu. O da İslam peygamberiydi.
İsa aleyhisselamın İsevilik-Hristiyanlık diye bir dini yoktu. O da islam peygamberiydi.

Din tek, peygamberleri ve şeriatları(muamele hukuku) çoktu. Hepsinin inanç esasları tamamen aynıydı ve İslam’ın inanç esasları idi.

Musa aleyhisselamdan sonra, onun yolundan gittiğini iddia ederek sapıklık ve küfür üzere gidenlerin inancına “Semavi din” denemez. “Bozuk din” denebilir.

Şu an itibari ile de dünyamızda ve bütün diğer alemlerde, kurtuluşun yegane yolu İslam’a, Kur’an-ı Kerime ve Hz. Peygambere(sav) tabi olmaktır.

Bir musevi, bir isevi İslam’ı, Kur’an’ı ve Peygamberimizi duyar da iman edip tabi olmazsa, ebedi cehennemdedir ve bu tartışılamaz netlikte bir bilgidir. Bunun aksine inanmak, müslümanı da dinden çıkarır.

TV’larda, son yayınlanan kitaplarda ve dergilerde, belgeseller v.s. bu hususlara dair çok tuzaklar kuruluyor.

Bir insanın hayatında her ama her şeyden önce yapması gereken şey, itikad-inanç bilgilerini derhal doğruca öğrenmesidir. Yoksa tuzaklardan kurtulamaz ve helak olur.

Büyük alimlerden Ömer Nesefi hazretlerinin Akaid kitabı, asırlarca medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur. Bayrak yayınlarından çıkan tercüme, gayet anlaşılır ve sade bir dille yazılmıştır. Şayet daha önce akaid bilgilerini doğru şekilde öğrenmedi ise, her müslümanın bu eseri ya da benzeri bir eseri anlayarak okuması farzdır.

Mehmet Fahri Sertkaya | Akademi Dergisi