Geri kalmış ülkeler neden hep İslam ülkeleri?

Neden hep Müslüman ülkeler ya da bölgeler açlık, sefalet ve geri kalmışlık içinde?

Soru: Dünyanın en değerli topraklarını Allah Müslümanlara vermiş. Çölü vermişse de altına petrolü koymuş, petrolü yoksa her türlü bitkinin yetiştiği topraklar vermiş. Madem her sorulduğunda “Elhamdülillah Müslümanız.” diyoruz da, bu kıtlık bu sefaleti neden sadece Müslümanlar ve İslam ülkeleri yaşıyor?

Cevap: Dünyanın en fakir ülkesi Habeşistan yani günümüzdeki adı ile Etiyopya’dır. En kadim/köklü Hristiyan ülkesidir Etiyopya. Meşhur Necaşi’nin ülkesidir. Yine dünyanın dört bir tarafında sefil ve fakir bir yere dönüşmüş yerler hep Müslüman halkların diyarları değildir. Aç, sefil, perişan olanların hep Müslüman halklar ve bölgeler olduğu iddiası gülünesi bir uydurmadır. Bir kimsenin böyle bir iddiada bulunabilmesi için kör kütük cahil olması ya da her şeyi doğru bilse de böyle yalanlar yazacak-söyleyecek kadar ahlaktan ve samimiyetten uzak olması gerekir. Kuzey Kore nükleer silahlara sahip aç bir ülkedir ve İslam’la alakası da yoktur. Dünya nüfusunun ciddi bir kısmını oluşturan Çin’de insanlar daha düne kadar aç ve bî-ilaçtı. Yeni yeni toparlanan ülkede hala çok yüksek sayıda insan sefalet hayatı yaşıyor.

Dünyanın en fakir ülkesi Etiyopya’da eğitim ve öğretim gören çocuklar. Çok şanslılar. Zira ülkelerinin gerçekte ne halde olduğunu, ne kadar dibe vurmuş olduğunu gösterir fotoğrafları, buraya alıntılamaya haya ettik.

Dünyanın nüfusunun yine ciddi bir kısmını oluşturan Hindistan’da seçkin bir azınlık gayet iyi şartlarda yaşarken, bir milyara yakın Hindistanlı şehirleşmeden uzak, çok kısıtlı imkanlarla adeta aç sefil yaşıyor. Hindistan 1858’den bu yana Müslümanların kontrolünde değil. İngilizlerin ve Hinduların kontrolünde.

Müslümanların, özellikle müslüman Türklerin kontrolünde kaldığı toplamda yaklaşık dokuz yüz sene boyunca şu andaki gibi korkunç bir manzara, sefalet, cehalet, geri kalmışlık görülmüş değildir. Zaten şu an itibari ile Türkiye de dahil, dünya üzerinde hiçbir İslam devleti bulunmamaktadır. Halkının bir kısmı müslüman olan devletler bulunmaktadır. İslam hukukunu, İslami eğitim ve öğretimin, bütünüyle İslami kaidelerin bilinip yaşandığı gerçek bir İslam devleti son 150 senedir yoktur. Osmanlı’nın bile son dönemleri bir İslami idare değildir. Bunun sebebi de aşağıda yine temas edeceğim gibi sömürgeci Batıdır. Birçok ülkeyi ve milleti, içlerine sızdırdıkları iyi eğitilmiş casusları ile, alim görünen, kanaat önderi görünen, devlet adamı görünen casusları ile İslam’dan uzaklaştırdılar. İslam devleti denilince ya da şeriat devleti denilince akla ilk gelen ülkelerden Suudi Arabistan’da bile gerçek bir şeriat idaresi ve İslami yaşam yok. Üstelik bir de İslam’ın bozuk bir yorumu ve bozuk bir mezhep olan Vehhabilik var ki, Vehhabilik dahil bütün bu manzara İngilizlerin eseri. Suudi aşiretine kurulan Suudi Arabistan, halen İngilere ve ABD’nin nüfuzunda peyk bir devlet. Bir İslam devleti olmaktan çok uzakta.

Yine Asya’nın İslam’la alakası olmayan bir çok ülkesi aynı durumda. Güneydoğu Asya’daki Sosyalit Vietnam Cumhuriyetin’de, ülkenin belli başlı yerlerinin haricinde, insanlar çok zor hayat şartlarında yaşıyorlar. Yine bir Güneydoğu Asya ülkesi olan, 6 milyon nüfuslu Laos, dünyanın en geri kalmış ülkelerinden biridir ve İslam’la alakası olmayan bir ülkedir. Tay halklarından bir kolun ülkesidir. Bu ülkelerin yakın çevrelerinde pek çok halkı müslüman ülke vardır ki halleri çok çok iyidir.

Resmi dini Theravada Budizmi olan 15 milyon nüfuslu bir başka Güneydoğu Asya ülkesi Kamboçya, sefilleri oynayan bir ülkedir. Dünyanın en geri kalmış ülkelerinden biridir. Ülke acınası bir haldedir ve halkın yüzde doksan beşi Budisttir. Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın “En az gelişmiş ülkeler” kategorisinde listelediği, 50 milyon nüfusa sahip Myanmar’da ortalama satın alma gücü günde 1 dolardır. Ülkede şiddet, mafya, eşkıyalık, kara borsa, haksızlık, hukuksuzluk hakimdir. Geçim inanılmaz zordur. Ülke sadece ekonomi değil, her yönden aşırı geri kalmış durumdadır ve nüfusunun sadece yüzde dördü Müslümandır. Yüzde seksen dokuzu Budisttir. Şimdi Asya’ya ara verip Ortadoğu’da Devletü’l-İmâretü’l-Arabiyyetü’l-Muttehîde’ye, yani bizim bildiğimiz adı ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)ne bir göz atsak, sorduğun sorudan haya edersin. Nüfusun yüzde doksan altısı müslüman olan ülkede, bahsettiğin petrol geliri vardır ve kişi başına düşen milli gelir 46.850 dolardır. Ülke her anlamda gelişmiştir. Sanayileşme, şehirleşme, belediyeleşme, eğitim, ticaret açılarından gayet iyi durumdadır. Okuma yazma bilenlerin oranı yüzde yüzdür.

Şimdi resmi dini İslam olan 28 milyon nüfuslu bir Güneydoğu Asya ülkesine, Malezya’ya geçelim. Nüfusun yüzde elli beşi Müslüman olan Malezya Güneydoğu Asya ülkeleri içerisinde yıllık kalkınma oranı en fazla olan ülkelerden biridir. Sanayi bakımından gelişmiştir. İşsizlik oranı yüzde yedidir. Ekonomik açıdan kendi kendine yeterlidir. Enflasyonu düşük, güçlü bir sermaye yatırımına sâhip ekonomisi, sürekli gelişme içerisindedir. Eğitim kalitesi gayet yüksektir. Gayet medenice yaşanan bir ülkedir Malezya…

Şimdi tekrar bir Güney Asya ülkesine gidelim. Nüfusunun sadece yüzde üçü Müslüman olan, geri kalanı Hindu ve Budist olan Nepal’e… Nepal, kalkınmışlık sıralamasında en alt sıralarda yer alan bir ülkedir. Halkın nerede ise tamamına yakını, en ilkel tekniklerle tarımla meşgul olup aç karnını doyurmaya çalışır. Geri kalan yönlerini ne sen sor ne de ben yazayım. Toplumsal yapı o kadar seviyesiz, yaşam şekli insanlıktan o kadar uzaklaşıp o derece çirkinleşmiş ve iğrençleşilmiş ki nihayet helak edilen geçmiş kavimler misali, Nepal de devasa bir depremle yerle bir oldu. Yüz binlerce bina çöküp yıkıldı. Ortalık biraz temizlendi. Biliyor musun, ufak ufak gayret edip dünyanın en fakir ülkeleri listesinden henüz çıkabilmiş ama halen iyi bir yere gelememiş Sri Lanka’da nüfusun sadece yüzde yedisi Müslümandır ve yüzde yetmiş çoğunluk Budistlerdedir. Malumun geri kalmışlık sadece maddi imkanlarla ölçülmez.

1. Ekonomik göstergeler

2. Eğitim seviyesi ve kalitesi

3. Sağlık hizmetleri4. Beslenme imkanları

5. Barınma hizmetleri

6. İç göç ve dışarıya göç durumu.

7. Ahlaki durum. Medeni seviyedeki kalite.

8- Adalet ve kolluk sisteminin kalitesi ve bu sayede insanlarının gerçekten huzur ve güvenlik içinde olup olmadığı

9- Sanat, kültür faaliyetlerinin sayısı ve kalitesi

Bütün bunlar ve daha da fazlası aslında bir ülkenin kalkınmışlığını ölçerken göz ardı edilmemesi gereken hususlardır. Bu hatırlatmadan da sonra, daha fazla tek tek listeleyerek örneklendirmeye lüzum görmüyorum. Asya’da ve Ortadoğu’da, ülkemizde oluşturulan genel kabullenişin aksine, çok sayıda, çok geri kalmış ve her anlamda (yukarıdaki bütün değerlendirme kriterleri açısından bakıldığında) acınası halde olan çok sayıda ülke ve millet vardır ve bunların İslam’la bir bağı yoktur.

Ya Batı ülkeleri?

Batı’ya bakarsak, an itibari ile ABD’de 45 milyon ABD vatandaşı insan evsiz ya da yardıma muhtaç yaşıyor. Bunlara ABD devleti her gün yemek ve sağlık desteği vermese perişan olup ölüp gidecekler. Açlıktan ölmemek için hırsızlık, gasp ve darp gibi adi suçları işlemesinler diye ABD bu kadar yükü sırtlanıyor daha doğrusu sırtlanmaya çalışıyor ve böylesine yüksek sayıdaki insana sürekli olarak sosyal yardım yapıyor, yapmaya çalışıyor. Oysa biliniyor ki ABD, bozuk idari ve eğitim sistemi, aşırı düşük yaşam kalitesi, aşırı cahil vatandaşı ve aşırı yüksek suç oranı ile toplumsal olarak iyice dip yaptığı gibi devlet gücünü de iyice kaybediyor. Zaten fiilen çökmüş ama bu durum ilan edilmemiş ABD, maddi gücü iyice azaldığından, yakın tarihte sel ve fırtına ile yıkılan ve korkunç bir manzaraya dönüşen bir eyaletine federal bir yardımda bulunmadı ve o eyaletteki Amerikan vatandaşları hayatta kalmak için hastahanedeki ölüleri ve ölümcül yaralıları bile yediler. Sağlıklı bir insanın duyunca inanmak istemeyeceği boyuttaki açlık, yokluk ve canavarlık ABD’de yaşandı, yaşanıyor. Suriye’de değil. Afrika’daki yamyamlar arasında da değil…

Şimdi nerede kaldı kalkınmışlık?

ABD’nin hemen her eyaletinde, sokak ya da cadde köşesinde yatan, çöplerden beslenen insanlar mevcut. Ahlaki ve dünyevi-fenni ilimler sahasındaki eğitim taban yapmış durumda. Hâlâ on binlerce evde tuvalet yok. Tuvalet kültürü yok. Devlet, yıkılışı önlemek için durmadan karşılıksız para basıyor ve ekonomide nakit sıkıntısı olmasın diye her türlü kara paraya göz yumuyor. Bu kadar sefil, bu kadar rezil bir manzaraya rağmen film endüstirisi ile bütün dünyaya bambaşka bir ABD imajı çiziliyor. Herkes Amerikan Rüyası’nı gerçek zan ediyor. Sokaklarda yaşayan yaklaşık 45 milyon ABD’liden sonra, geriye kalan yaklaşık 270 milyon ABD vatandaşı da öyle çok müreffeh bir hayat mı yaşıyor? Hayır, son yıllarda onların da ciddi bir kısmı dar gelirli. Zira ABD “geri kalmış İslam ülkesi” olarak bildiğin pek çok ülkeyi eskisi gibi sömüremiyor.

Avrupa ülkeleri de öyle…

Eskiden sömürge yaptıkları devletler, artık sömürgeleri değil ve başkalarının sırtından maddi anlamda rahat bir hayat yaşamaya alışmış Avrupalı, feci bir halde.Avrupa ülkelerinin en önde gelenlerinin bile insanları aç yatıyor. İspanya, Fransa ve Almanya bile çoktan iflas etmiş durumdalar. Alman ordusu eğitim sırasında askerlerine gerçek silah veremiyor. Tahta parçaları ile talim yapıyor Alman askerleri. Alman aileler Norveç’e temizlik işçisi olarak gidiyor. Tıpkı bir zamanlar biz Türklerin Almanya’ya gittiği gibi… Açlık ve sefalet gizlenmek istense de öyle bir boyuta ulaştı ki Merkel televizyonlardan Almanlara seslenip “Avrupa Birliği ülkeleri arasında seyahat özgürlüğünüz var. Diğer ülkelere gidin, oralara yerleşin, oralarda çalışın” diyerek”Başka çareniz yok, gidin de bir yol bulup aç kalmayın” mesajı vermek zorunda kaldı.

Ya Müslüman bölgelerin tam ortasına bir çıban gibi yerleştirilen sembolik devlet İsrail? Şu kadar güçlü, bu kadar zengin, şu kadar teknoloji var diye anlatılıp durulan İsrail de şu anda aç ve sefil. Altı milyon nüfuslu İsrail’de iki milyon kişi Filistin’li.. Yani Yahudi değil. Geriye 4 milyon İsrailli kalıyor ve bunların 1.7 milyonu, yani yaklaşık yarısı sokaklara dökülüp günlerce gösteri yaptılar. Hep bir ağızdan “Açız” diye feryat ettiler. İdareciler bunlara bin türlü sözler vererek gösterileri durdurdular. Şimdi ise aç ve sefil hale düşürdükleri, terör, iç savaş ve savaş çıkartarak geri bıraktıkları bölgelerden yani sorunda ismini yazmadığın bazı sözde İslam ülkelerinden yüz binlerce kişinin organlarını çalarak, yüz binle genç kızı fuhuş bataklığına katmak için kaçırarak kazandıkları paralarla bu göstermelik devletlerini ayakta tutma derdindeler. İşte bu kadar medeni(!) ve gelişmişler(!) Yine de an itibari ile dünyaya yayılmış bürokratlarının, elçilerinin bile maaşlarını düzenli ödeyemeyen, bunların masraflarını karşılamayacak kadar çökük, bitik bir İsrail var.

Her şeyden önemlisi ise, dünyanın dört bir tarafındaki Müslüman halklar bu Batılılar tarafından sömürülerek, zenginlikleri Batı ülkelerine aktarıldı. Bunun için bazı Müslüman halklar perişan halde, hatta haksızlık yok, bunun için yukarıda tek tek listelediğim bazı Budist ülkeler bu halde. Batı alemi Budistleri de Müslümanlar kadar sömürüp geri bıraktı. İnsanlar kendi ülkelerinin madenlerini, petrolünü, tarım ürünlerini kıymetlendiremediler. Sömürge oldular, kalkınmaları için gerekenden kat kat fazla çabaladılar ama onlar çabaladı, başta İngilizler olmak üzere Batılı milletler zengin ve senin tabirin ile gelişmiş ülke oldular. Şimdi ise halen devam ettirdikleri sömürgeci zihniyetlerine rağmen, bu insanlık dışı sömürgeci dış politikalarına rağmen Batı ülkeleri (Hristiyanlar ve Yahudiler) bu kadar bataktalar. Ayrıca Afrika kıtasının sorunlu bir çok bölgesi, Müslümanların hakim olduğu bölgeler de değiller.

Bunları zihniyetini ve zararlarını iyice anlamak için Batı ülkelerinin örtülü işgallerinden önce Irak’ın ve Suriye’nin halini bilmek gerekir. Dünyanın onlarca ülkesine nispeten gayet iyiydiler. Tamamen sömürgeci zihniyetle ama tamamen aldatıcı bir yüzle geliştirilen Arap Baharı ile Batılılar ve onları oynatan Siyonistler her yeri perişan etmeden önce Suriye bütün borçlarını kapatmak üzere idi. İki yeni teknoloji kenti kuruluyordu. Özgürlükler artırılmıştı. Kimse dininden ya da mezhebinden dolayı baskı görmüyor ve kimse mülteci olup yollara düşmüyordu. Bu hale geldi ise bu da kendilerini medeni, zengin, varlıklı, adil ve gelişmiş gösterip Müslümanları sefil, aç, cahil göstermek isteyen Batı ülkelerinin kan emiciliği yüzünden geldi.

Yine Libya’da elektrik, su, gaz hep ücretsizdi. Maaşlar gayet iyiydi. Hemen herkesin evi vardı. Geçtik sokaklarda dilencilerin olmasını, nerede ise ev sahibi olmayan kimse kalmamıştı. Öyle ki hep biz Türkiye’liler Libaya’ya işçi gönderirdik. Yaşında genç ama yine duymuşsundur Libya’ya adeta koşa koşa işçilik yapmaya giden vatandaşlarımızı. Arap Baharı kılıfları ile yangın yerine dönüştürülüp bütün kaynakları Batılılar tarafından yeniden sömürülmeye başlanınca, oralar yaşanmaz yere dönünce de can havliyle nasıl kaçıp döndüklerini. Bu işçilerimiz de gayet iyi paralar kazanırlardı. Batı Libya’ya “demokrasi” getirdikten sonra herkes aç ve yardıma muhtaç. Aslında soruna ciltlerce kitap hacminde bilgi sunumu ile cevap verilebilir ama zan ederim ki bu kadar misal yeter, anlamak isteyenlere.

Şimdi biz elhamdülillah Müslümanız, Müslüman milletleri özellikle son bir buçuk asırdır sömürüp duran ama şu son bir kaç on yıldır istediği gibi sömüremediğinden 3. Dünya Savaşını fiilen başlatmış ve hırsından gözünü kan bürümüş olan ve bunu da yalan dolan propagandalar ile gizlemeye çalışan o Batılılara sor bakalım, onlar ne imiş?

Not: En kısa zamanda, gelişmiş(!) Batı ülkelerinin sömürgeci tarihini, tamamen objektif ve kanıtlarla anlatan eserleri okumalısın.

Mehmet Fahri Sertkaya

Antidepresan tesadüfen bulundu. Vereme ilaç aranıyordu, tesadüfen antidepresan bulundu.

Genelde düşünüldüğünün aksine, bugün çok yaygın olarak hemen her ruhsal sıkıntımızda bir çare umuduyla kullandığımız antidepresan ilaçlar, yıllar süren yoğun bilimsel çalışmaların sonucunda değil, bir tesadüfün sonucunda bulunmuşlardır. Bu tesadüf, 1950’li yıllarda verem hastalığının tedavisi için geliştirilen yeni bir antibiyotik olan ‘iproniyazid‘ adlı molekülün kullanıma sunulması sonucunda ortaya çıkmıştır.(1) O dönemlerde dünyada veremden ölüm oranı 100.000 kişide 188 olarak seyrediyordu ve verem hastalığının adı bile, insanları korkudan titreten bir etki yaratmaktaydı. Henüz yeterli etkinlikte bir ilaç geliştirilememiş olduğu için de verem hastalarının tedavileri çok uzun sürmekteydi.

Hastalar bu uzun tedavi sürecinde genellikle toplumsal yaşamdan yalıtılmış biçimde, veremlilere özel hastanelerde tedavi altına alınıyorlardı. Hem tedavinin uzun sürmesi nedeniyle normal yaşamlarından, mesleklerinden, ailelerinden ve çevrelerinden çok uzun süre uzak kalmaları, hem veremden ölüm oranının yüksek olması, hem de kaldırıldıkları hastanelerde her gün kendi hastalıklarından ölen kişilere şahit olmaları nedeniyle, o dönemde veremli hastalar arasında depresyon ve intihar oranları oldukça yüksekti. Bu nedenle, yeni bulunan iproniyazid adlı antibiyotiği kullanan hastaların diğerlerine göre daha neşeli ve keyifli hale gelmeleri, daha az intihar etmeleri hekimlerin gözlerinden kaçmamıştı.(1)

Bu rastlantısal somut kanıt, iproniyazid adlı verem ilacının depresyonu engelleyen bir etkisinin olduğunu hekimlere düşündürdü. Nitekim bu yönde yapılan araştırmaların sonucunda, iproniyazid adlı molekülün beyinde monoaminlerin (dopamin, adrenalin, serotonin) yıkımını sağlayan monoaminooksidaz (MAO) enzimini etkisiz hale getirdiği ve bunun sonucunda da monoaminlerin beyindeki etkinliğinde artışa neden olduğu ortaya çıktı. Bu rastlantısal bulgu üzerine dünyada ilk antidepresanlar olan MAO inhibitörleri üretilmiştir. (1)

Bu gelişmeleri hızla değerlendiren ilaç endüstrisi ve psikiyatri camiası, antidepresan ilaç kavramının 1960’larda alelacele benimsenmesini sağlamıştır. Antidepresan ilaç kavramı da, bazı ilaçların, depresyonu ortaya çıkarttığı varsayılan nedenleri düzeltici etki yaptığı inancını, herhangi bir kanıta dayanmadan kabullenmenin sonucunda ortaya çıkmıştı.(2) Bu kavram aynı zamanda o güne dek somut bir tedavi uygulayamadığı, hiçbir hastalığı tam olarak iyileştiremediği biçiminde damgalanmış olan psikiyatrinin, diğer tıp dalları arasındaki itibarını daha iyi bir noktaya getirmiştir. Bu yeni ilaç tedavileri, psikiyatriyi sığınma evleri ile sınırlı kalmaktan kurtararak toplumsal alana taşıyordu.

Psikiyatri, toplumdan yalıtılacak derecede umut kesilmiş ufak bir grupla sonuçsuz biçimde uğraşan anlamsız bir tıp dalı olmaktan çıkarak, toplumdaki herkesin yaşamının içine girerek, akla gelebilen her sıkıntının çözümünü sunar hale gelecekti. Antidepresan olarak adlandırılan ilaçların depresyon hastalığına yönelik özel bir etki yaptıkları biçimindeki bir inancın yerleştirilmesine, ilaç endüstrisinin katkısı da çok fazla olmuştur.(2) Bu durum, psikiyatri karşıtı hareketler için güç arayan psikiyatri camiası ile ilaç firmaları arasındaki karşılıklı çıkar ilişkisine dayalı bir işbirliği olarak da görülebilir.

Bu rastlantısal keşif üzerine depresyonda monoamin eksikliği hipotezi öne sürülmüştür(3) Bu hipoteze göre bazı kişilerin beyinleri monoaminleri (serotonin, dopamin ve adrenalin) üretme ve salgılama açısından yetersizlik göstermekteydi ve bu yetersizliğin düzeltilmesi, depresyonu da düzeltiyordu. Bu tezin dayanak yapılması sonrasında, beyindeki hücresel aralıkta monoaminlerin düzeyini yükseltecek bir etki sağlayan moleküllerin keşfedilmesi aşamasına geçildi. Birçok laboratuarlarda çalışan araştırmacılar, daha önce keşfetmiş oldukları ve bu etkiyi gösterebilecek olduğunu düşündükleri molekülleri deneyip, aralarından bu etkiyi gösterenleri ayıklayarak yeni ilaçların piyasaya sunulmasını sağladılar. Bu çalışmalar sırasında, yine tesadüfen monoaminlerin geri alınmasını ve bu yolla sinapslarda düzeylerinin düşmesini engelleyen moleküller keşfedildi. Örneğin seçici serotonin geri alım engelleyicisi (SSRI) olan antidepresan ilaçlar bu biçimde bulunmuşlardır. Bu moleküller, monoamin düşüklüğü hipotezine dayanarak, uzun dönemlerde ve farklı yaş gruplarında kullanımlarının nasıl bir etki yaptığı yine ayrıntılı bir şekilde araştırılmadan, her sıkıntıya çare olacak ilaçlar olarak (örneğin mutluluk hapı gibi) yaygın kitlelerin kullanımına sunulmuştur. Bir madde, hastalık olarak adlandırılan tabloyu oluşturan etkeni tersine çeviriyorsa ilaç olarak adlandırılır. Ancak antidepresanların böyle bir etki yaptığını gösteren bilimsel veriler çok kısıtlıdır.(3)

İnsanlar, özellikle ülkemizde artık birbirlerinden sorarak ve reçetesiz biçimde satılabilen bu ilaçları, her sıkıntıya çare olacak umuduyla psikiyatristlere danışmadan kullanmaktadırlar. Hasta yoğunluğu çok fazla olan psikiyatristlerin, zaman yetersizliği nedeniyle hastalarını yeterince değerlendirme olanağı bulamadan bu ilaçları kolayca yazmaları da antidepresan kullanımını çok fazla artırmıştır. Bugün ülkemizde devlet hastanelerinde uygulanan performans sistemi ya da özel hastanelerin iyi hekimi çok hasta bakan hekim olarak değerlendirmeleri, hekimleri daha çok gelir elde etme ya da işlerini kaybetmemek adına daha kısa sürede daha çok hasta görmeye itmektedir. Bu kısır döngüde tek kazanan, ilaç üretimi yapan şirketler olmaktadır.

İşte bugün çok güvenerek kullandığımız antidepresanların keşfi uzun süreli klinik araştırmalar soncunda değil, böyle tesadüflerle gerçekleşmiştir. Buna ek olarak, bu ilaçların kısa süreli ve gerçekten depresyonda olan hastalar üzerindeki etkileri güvenilirdir ancak, ruhsal sıkıntılarının depresyon hastalığından kaynaklandığı açık olmayan hastalar üzerindeki, özellikle uzun vadeli kullanımlardaki etkileri henüz yeterince araştırılmamıştır. Tesadüfen bulunmuş olan bu ilaçlar çok geniş bir toplum kesimi tarafından ve sıklıkla yılları bulan uzun sürelerle kullanılır hale gelmişlerdir. Bu ilaçların etki mekanizmaları ile ilgili de ciddi kuşkular vardır. Monoamin hipotezine dayanarak piyasaya sürülmüş olan bu ilaçların, depresyonda beyinde düşük olduğu varsayılan serotonin, noradrenalin ve dopamin düzeylerini (gerek enzim yoluyla yıkılmalarını engelleyerek gerekse geri alımlarını azaltarak) yükseltecekleri iddia edilmektedir. Ancak yine bir antidepresan olarak kullanılmakta olan ‘tianeptin‘ adlı ilaç, diğer ilaçların tersine serotonin geri alımını artırarak, beyindeki hücresel aralıktaki serotonin düzeyini düşürmektedir.(4) Diğer antidepresanların işleyiş düzeneklerinin tam tersine bir işlev göstermesine karşın, bu ilaç da antidepresan olarak etki yapmakta ve bir antidepresan olarak kullanılmaktadır.

Bunun gibi birbirine zıt birtakım bulgulara karşın, antidepresanların halen depresyonda düzeylerinin düşük olduğu varsayılan monoaminlerin düzeylerini yükselterek etki ettikleri inancı sürmektedir. Oysa çok karmaşık bir yapıya sahip olan beynimizin hastalıklarının, bu tür basit modellere indirgeyerek anlaşılması zor görünmektedir. Şu an için depresyonun biyokimyasal nedenini tam olarak bilmediğimizi söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Bilmediğimiz bir şeyi de biliyor gibi davranmanın çok doğru olmadığını söylemek gerekir.

Antidepresan ilaçların etkilerinin plasebodan çok farklı olmadığını gösteren çalışmalar, depresyonda altta yatan biyokimyasal sorunun bu ilaçlarla düzeltildiğine yönelik iddiaları sarsan bulgulardır. Bu can sıkıcı bulguların bir diğer nedeni, depresyon teşhisinin gereğinden fazlaca genişletilerek konuluyor olması nedeniyle, aslında depresyonda olmayan hastaların da bu hastalık grubunun içine alınmasından kaynaklanıyor olabilir. Bu durumda, sadece beyinde var olduğu iddia edilen biyokimyasal sorunun yarattığı ufak bir depresyonlu hasta grubu bu ilaçlardan yarar görebilecektir. Diğer hastalarda ise böyle bir beyin biyokimyası bozukluğu olmadığı için bu ilaçların etkisi plasebodan farksız olacaktır. İlaçların etkisinin plasebodan farksız olmasının nedeni, hastalık tanımını çok genişletmekten dolayı, bu ilaçların etki etmeyeceği hastalık gruplarını da aynı ilaçlarla tedavi etme girişiminden kaynaklanıyor olabilir(5)

Hastalık tanımının çok genişletilmesi ile ilgili kanıtlara, bilimsel yayınlarda kullanılan tanısal adlandırmaları gözden geçirerek de ulaşabiliriz. 1940’lardan önce, depresif ya da başka yakınmalar yaşayan hastalar için kullanılan bir depresyon tanısı yoktur. O dönemde bu tür hastalar için melankoli ve manik depresyon adları kullanılmaktaydı ve depresyon kavramına yayınlarda çok sınırlı olarak rastlanılmaktaydı. (6)

Melankoli ve manik depresyon teşhisleriyle de bugünküne kıyasla çok daha ufak bir hasta grubu tanımlanmaktaydı ve muhtemelen bu hastaların beyinsel bir sorun nedeniyle hastalanmış olma olasılıkları daha yüksekti. Beyinsel bir biyolojik soruna bağlı olmayan ve daha çok çevresel koşullar nedeniyle sıkıntı yaşayan kişiler için depresyon kavramının kullanılması ile antidepresan ilaçların piyasaya sürülmesi arasında büyük paralellik görülmektedir. Bu kişilerin de depresyon adıyla adlandırılan grubun içine sokulması sonucunda, ilaçların kullanılacağı hasta sayısında ciddi bir artış ortaya çıkmıştır.

Dr. Mutluhan İzmir, Psikiyatrinin Karanlık Yüzü, Hayy Kitap, Sayfa: 74-77

Site editörünün notu: Konu hakkında daha fazla bilgiyi kaynak kitapta bulabilirsiniz. Lütfen ülkemizde bu sahada gayret eden doktorları, yazarları ve yayın evlerini desteklemek ve bu çığırın güçlenmesini temin etmek için kitaplarını satın alarak destek olun.
Dipçe:

(1) Lopez-Munoz F. Half a Century of Antidepressant Drugs. On the Clinical Introduction of Monoamine Oxidase Inhibitors, Tricyclics and Tetracyclics. Part I: Monoamine Oxidase Inhibitors. Journal of clinical Psychopharmacology, Volume 27, Number 6, December 2007,555-559.
(2) Moncrieff J. The creation of the concept of an antidepressant An historical analysis. Social Science & Medicine, 66,11,2008:2346-2355.
(3) Kirsch I. Antidepresan Efsanesinin Sonu. Çev. Dilek Onuk. Kuraldışı Yayınevi, 2012 İstanbul
(4) Kayaalp O. Tıbbi Farmakoloji (sayfa 791). Hacettepe-Taş Kitapçılık, Ankara 2005.
(5) Ghaemi SN, Vohringer PA, WhithamEA. Antidepressants from a public health perspective: re-examining effectiveness, suicide, and carcinogenicity. Acta Psychiatrica Scandinavica, 127:2, 89-93,2013.
(6) Moncrieff J. The creation of the concept of an antidepressant: An historical analysis. Social Science & Medicine, 66,11,2008:2346-2355.

Bkz. www.tibbinkaranlikyuzu.com(İlk yayın tarihi: Eylül 2015)

Mehmet Fahri Sertkaya