Türkiye PKK ile savaş halinde değildir…

Türkiye PKK ile savaş halinde değildir. Devlet, eşkıyayı ibret-i alem etme hakkına sahiptir. Devlet askerine leş taşıtmaz. Ceset sürüklemek harp hukukuna aykırıdır. Fakat ortada bir harp var mı? Sürüklenen ceset savaş halindeki bir ordunun askerine ait değil de, aklına gelen her şeyi meşru gören, bebek, çocuk, kadın, sivil, ihtiyar, din adamı, masum vuran, masum ve hiç tanımadığı insanları bile bombalar patlatıp parça parça ederek katleden, işkence ederek öldüren, ayrıca istediği her an devletin yani bütün bir milletin malını ve şahısların özel malını gasp etme, çalma hakkını kendinde bulan teröristlere / eşkıyalara ait ise, o ceset muharip/savaş halindeki bir ordunun askeri olmadığından, eşkıyaya ait olduğundan leştir ve sürüklenebilir. Ölü ya da diri ele geçirildiğinde kısas yapılabilir. Aynı şekli ile bomba ile parça parça edilebilir. Kurşunlar ile delik deşik edilebilir. Yaralı ele geçirilmesi durumunda bile tedavi edilmesi gerekli değildir. Hatta istihbari bilgi alınamayacak, diğer eşkıyalara karşı mücadelede bir fayda sağlamayacak ise, asla tedavi edilmemeli ve boş yere sağlık malzemesi ile erzak heba edilmemelidir. Zira, eşkıyaların varlığı, hangi dinden, ırktan ve fikriyattan olursa olsun bütün dünya insanları için, dünya düzeni, nizam-ı alem için olağan üstü bir tehlikedir. Bu derece düşmüş ve insanlıktan çıkıp hayvanlaşmış, hatta en vahşi hayvanları bile canavarlıkta geride bırakmış bir mahlukun ne dirisinin ne de ölüsünün hiçbir hususta saygı görme hakkı yoktur. Hiç kimse böyle bir eşkıya ile, böyle bir lanetli varlık ile, inandığı bir dava için hukuki sınırlar içinde mücadele eden bir askeri aynı kefeye koyma terbiyesizliğinde bulunamaz. Şunun altı iyice çizilmeli ve medyadaki kirli kelime oyunlarına bir an önce son verilmelidir ki, Türkiye’nin ve ordusunun, PKK ile bir savaşı olmamıştır ve şu anda da yaşanan bir savaş değildir. Savaş iki meşru ve düzenli ordu arasında, savaş hukukuna uygun olarak yapılan karşılıklı öldürme işidir. Eşkıya ile savaş edilmez, mücadele edilir. Eşkıyanın cephesi yoktur, sınırı yoktur. Kim olduğu, ne zaman nereden çıkacağı, ne zaman nasıl insanlık dışı bir saldırı yapacağı belli değildir. Böyle bir yapılanma ile, düzenli ve hukuki sınırlara bağlı bir ordunun savaştığını iddia edebilmek, cehaletin de ötesinde art niyettir. Eşkıya da, kelime oyunları ile eşkıyayı savunup eşkıyalaşanlar da iyi biliyorlar ki, eşkıya ordunun karşısında bir savaşa girişmesi durumunda, kelimenin tam anlamı ile bir hiçtir. İki düzenli ve meşru ordu bulunduğunda, bu ordulardan biri bile harp hukukunun dışına çıktığında yaşanan karşılıklı katletme hadisesi bile savaş değildir. Hukukun dışına çıkan o ordunun yaptığı da eşkıyalığa dönüşür. Ayrıca İslam harp hukuku, bu günkü uydurma hukuklar gibi değildir. Bedir harbi sırasında Hz. Abdullah ibn-i Mesud (r.a.), yaralanmış ve can çekişmekte olan Ebu Cehil’in (küfrün babasının) kafasını kesti. Kulağını deldi. Bir ip bağladı. Çekti sürükledi ta Hz. Peygamberin (s.a.v.)in huzuruna kadar getirdi. Peygamberimiz buna çok memnun oldu. Tebessüm etti ve “Kulağa kulak ile kısas olundu” buyurdu. Ebu Cehil hayatta iken eşkıyanın teki idi. Hukuki ve insani sınırlar dahilinde hareket eden biri değildi. Bir davanın, fikriyatın, inanç sisteminin değil, eşkıyalığının mücadelesini veriyordu. Kendi menfaatine gördüğü her şeyi, aklına gelen her ama her şeyi yapmayı meşru görüyordu. Aynı şimdiki teröristler / eşkıyalar gibi… Abdullah ibn-i Mesud’a (r.a.) zulüm etmiş, onu tamamen eşkıyaca bir tavırla darp etmiş ve kulağını yırtıp kanatmıştı. Daha dün denilebilecek tarihe kadar, dünyanın bütün kültürlerinde askerin yeri farklı idi, eşkıyanın yeri farklı. Bütün kültürlerde eşkıyanın ölüsü ve dirisi aleme ibret edilirdi. Bu “demokrasi” denilen Yahudi uydurması çıkana ve alim cahil demeden herkese söz hakkı verip dünyanın düzenini alt üst edene kadar bu böyleydi… Devlet, eşkıyanın leşlerini türlü masraf edip helikopterlerle dağlardan toplayıp getirmek ve türlü emek harcayıp yakınlarına teslim etmek zorunda da değildir. Medeni bir devlet, eşkıya ile vakit kaybetmez, ezer geçer. Devlet askerine leş taşıtmaz. Devlet sağ ele geçirdiği eşkıyaları tedavi etmez. Hapishanelerine doldurarak, uzun yıllar boyunca milletin parası ile bunları beslemez. Bu insanlığa karşı işlenmiş dev bir suçtur. İstatistik çıkarılsın, kaç eşkıya hapis yattıktan sonra tekrar insana dönüşmüş?

Mehmet Fahri Sertkaya

Masum antidepresan yoktur…

Masum antidepresan yoktur. Antidepresan intiharı ve cinneti tetikliyor.

‘Mucize haplar’ olarak sunulan antidepresanlar gerçekten işe yarıyor mu? Psikiyatrist Mutluhan İzmir, gereksiz kullanıldığında cinnet ve intiharı tetikleyen bu ilaçları ‘Antidepresan Tuzağı’ kitabında mercek altına alıyor. 

Antidepresan ilaçlar ağır depresyon vakalarında hayli işe yarıyor. Ancak son yıllarda adeta şeker niyetine verilir oldu hastalara. Çevrenize dikkatlice baktığınızda bu ilaçları hayatı boyunca hiç kullanmamış kişilerin pek az olduğunu göreceksiniz. Peki çerez niyetine tüketilen bu ilaçlar sanıldığı gibi mutluluk vaat ediyor mu? Bilinçsiz kullanımı ne gibi zararlara yol açıyor? Antidepresanların uzun bilimsel çalışmalar neticesinde değil tamamen tesadüf eseri bulunduğunu söyleyen Psikiyatrist Doktor Mutluhan İzmir, Hayy Kitap’tan çıkan ‘Antidepresan Tuzağı’ adlı kitabında bu ilaçlarla ilgili bilinmeyen noktalara ve ‘psikiyatrinin karanlık yüzü’ne ışık tutuyor. Zira geçen yıl neredeyse 50 milyon kutuya yakın ilaç kullanılmış ülkemizde. Yani çalışır nüfusu göz önüne aldığınızda her kişiye bir kutu psikiyatri ilacı düşüyor.

Antidepresanlar mutluluk hapı adıyla ve mucize ilaçlar olarak tanıtılıyor, Mutluhan İzmir’e göre. Sanki her sıkıntı ve mutsuzluk durumunda rahatlıkla ve uzun süre düşünmeden kullanabileceğimiz masum ilaçlarmış gibi sunulmasına da oldukça karşı. “Bu imaj çok yanlış, mucize ve çok masum da değiller. İlaç bir hastalık durumunda kullanılan tedavi edici bir maddedir. Antidepresanlar da bir ilaç ve yalnızca hastalık durumunda kullanılmaları gerekir. Ancak mucize ilaç, mutluluk hapı, masum ilaçlar olarak tanıtılınca sanki hastalık dışında, ufak tefek sıkıntı durumunda da rahatlıkla kullanabileceğimiz maddeler gibi algılanıyorlar ve bu nedenle hastalık durumu dışında da kullanımları teşvik edilmiş oluyor.” diyen İzmir’e göre son yıllarda bu ilaçların kullanımındaki patlamada bu imajın büyük rolü var.

Rahatlatması her zaman avantaj değil

Eğer gerçekten hastaysanız, her ilaç gibi bu ilaçlar da hastalığı tedavi ederek kişiye bir rahatlama sağlıyor. Bu ilaçların hastalık dışında da rahatlatıcı etkileri var çünkü kaygıyı azaltıyor ya da ortadan kaldırıyor. Kaygıdan arınmış olarak yaşamak bir avantaj gibi görünse de, bu halin insanları koruyucu işlevi de var. Kaygı bütünüyle ortadan kalktığında sonunu hesap etmeden davranma durumu yaygınlaşıyor. Sonuçta bu ilaçları almazken yapmaktan çekindiğiniz birçok şeyi yapar hale geliyorsunuz. Bu bir avantaj gibi görünüyor, hayatı daha doya doya yaşamak gibi. Ancak doya doya yaşamanın faturası ağır biçimde çıkabiliyor bir süre sonra. Mutluhan İzmir’e göre geriye dönüp baktığında pişman olduğu tercihlerin bir kısmını ya da büyük kısmını, bu ilaçların verdiği mutluluk, rahatlık ve umursamazlığın etkisiyle yapmış olduğunu görüp hayıflanabiliyor insanlar. Rahatlık ve umursamazlığın getirdiği mutluluk uzun vadede insanın aleyhine işleyebiliyor.

İntihar ve cinneti tetikliyor

Antidepresanlar her ne kadar şeker niyetine verilir hale gelse de kullanmadan önce iki kez düşünmek gerekiyor. Zira bu ilaçların bilinçsiz kullanımı dürtü kontrolünün bozulması, hesapsız hareket etme, kolay boşanma, maddi zararlara uğrayacak ilişkilere kolay girme, kontrolsüz cinsel ilişkide artış, saldırganlık, öfke kontrolünde bozulma gibi ciddi yan etkilere sebep oluyor. Halk arasında cinnet olarak bilinen ‘mani’ durumunu da tetikliyor. Bu sebeple ciddi hastalıklar dışında kullanılmaları doğru değil.

Depresyon, ilaçlar piyasaya sürülünce ortaya çıktı

Bu ilaçların piyasaya sürülmesiyle birlikte giderek artan depresyon teşhisi sayısının kafalarda bir kuşku uyandırdığı görüşünde Doktor Mutluhan İzmir. “1960’ların ortasında tarihte ilk kez antidepresan olarak adlandırılan ilacın piyasaya sürülmesiyle birlikte, depresyon adlı bir hastalık da ortaya çıkıyor ve her yeni ilaç piyasaya sürüldükçe depresyon teşhisinde artış yaşanıyor. Şu anda elimizde antidepresan ilaç olarak adlandırdığımız ve 40 yıl önce ortalıkta hiç olmayan çok sayıda ilaç var ve bunların tedavi ettiğini iddia ettiğimiz depresyon adlı hastalık da 40 yıl öncesine göre binlerce kat artmış durumda.” diyor. Hatta bu durumda depresyonun varlık nedeni bu ilaçlardır demek abartı olmaz, diye de ekliyor.

Tesadüf eseri bulunmuş!

Olumsuz duygular ve depresyona çare olarak sunulan antidepresan ilaçlar aslında uzun süreli ve yoğun bilimsel araştırmaların sonucunda bulunmuş ilaçlar değil. İlaçların bulunuş hikâyesini Mutluhan İzmir anlatıyor: “Geçen yüzyılın ilk yarısında çok ciddi bir sağlık sorunu olan tüberküloz (verem) hastalığının tedavisi için bulunan yeni antitüberküloz ilaçların bazılarının, hastalar üzerinde depresyonu düzeltici etki yaptıkları tesadüfen gözlenmiş ve bu gözleme dayanarak ilk antidepresan ilaçlar üretilmiş.” Ancak o sıralarda henüz bu ilaçlara antidepresan denilmiyordu. O dönemde henüz depresyon olarak adlandırılan bir hastalık ortada yokken, bu ilaçlar melankoli olarak isimlendirilen psikiyatrik tablolarda tedavi amacıyla kullanılmaya başlanmış. Ancak o dönemde kullanımlarının çok sınırlı ve bugüne göre de kısa süreli oluşuna dikkat çekiyor İzmir. 5-10 yıl önce bulunmuş ilaçları, uzun vadede ne gibi bir etkilerinin olacağını bilmeden rahatlıkla ve yaygın biçimde kullanılmasını da eleştiriyor.

Bkz. www.tibbinkaranlikyuzu.com(İlk yayın tarihi Temmuz 2015)

Maaşlarını orospuların, alkoliklerin ve kumarbazların ödediği imamlar, aşırı derecede rahatsızlar…

Ne oldu? Dokundu mu?

Güzel güzel Diyanet kadrosundan besleniyordunuz, maaşlar sağlam, sigortalar sağlam, işiniz çok kolaydı değil mi? Sanki ben yazana kadar ya da ses getirene kadar siz bilmiyor muydunuz devletin resmi vesikalı sayısız orospusunun yoğun mesaisinden tahsil edilen vergilerle masraflarınızın karşılandığını ey zamane hocaları, imamları, müftüleri?

Ne güzel İslamcılık oynuyordunuz da gün içinde saatlerce vaktinizi boş boş mevzularla harcıyordunuz da memlekette manevi bir yangın yokmuş gibi, ortalık perişan değilmiş gibi hareket edebiliyordunuz da, şimdi, devletin faiz işletmesinden tahsil ederek elde ettiği gelirlerden, bilumum şans oyunlarından, kumar çeşitlerinden, gariban vatandaşına uyguladığı gecikme faizlerinden, içki ve sigaradan elde ettiği vergilerden elde ettiği gelirden maaşlarınızın ödeniyor olmasını, bu milletin mevzu etmesi çok mu zorunuza gitti ey zamane hocaları, ey dilsiz şeytanlar?

“Bunlar Dar’ül Harpçi. Bunlar ne dediklerini bilmiyorlar. Bir tek kendileri Müslümanlar.” diye onlarca yıldır, meseleyi özünden saptırarak, İslam’ı doğru anlayıp da yaşayan milyonlarca mü’mini karalarken ve halkı da kandırırken havanız hoş muydu ey kendi camisinde onlarca yıldır “şeriat” kelimesini bile dillendiremediği halde “Olur mu hiç? Bu memleket İslam memleketi” diye fetva veren onursuz, şuursuz, nefsinin elindeki zamane hocası alçaklar?

Bu devran, bu düzen böyle sürecek mi zan ediyorsunuz? Hemen her cenaze namazında, cenazesi camiden kaldırılan insanların, adından başka bir şeylerinin Müslüman kalmadığını görüp durup da, ebedi felakete gittiklerini görüp durup da, abdesti, tahareti, ilmihali bile bilmediğini görüp durup da, her gün her öğün yenilip içilenlerin haram olduğunu, haram yiyenlerin haramileşip memlekette huzur ve güven bırakmadığını görüp durup da, bu fitneyi temelinden yıkmakla görevli olduğunuzu bildiğiniz halde bir şey yapmayan sizler, daha bu dünyada Allah’ın sopasını yemeyeceğinizi, yemediğinizi mi zan ediyordunuz? Ya ahiretiniz? Orası için neler planlıyorsunuz?

Bu millet bu halde ise, beş bin İslam karşıtı kişi sokağa çıkıp memleketin yasalarının değişmesini sağlarken, yaklaşık 90 bin cami imamı, artı müezzini, artı bunların bilmem ne kadar adet müftüsü, artı cemaati hiçbir tesir oluşturamıyorsa, ne zaman titreyip kendinize geleceksiniz? Siz sokaklara dökülün diyen de yok. Vazifenizi yapın, insanları irşad edin, hakikatleri anlatın, sohbetleri edin, örnek bir hayat yaşayın, ihlas ve samimiyetle hareket edin ve kalplere Allah korkusunun yerleşmesine vesile olun.

Bu feci gidişi durdurmakla birinci dereceden mes’ul olanları sorsak, işinize geldiği için devlet yetkililerini gösterirsiniz. Ama çok iyi biliyorsunuz ki, bütün bu azgınlıkların, sapkınlıkların, hırsızlıkların, haksız yere kıyılan canların, perişan edilen her an her dakika zulme ve şiddete maruz kalan çocukların, gençlerin, kızların, kadınların vebali öncelikle sizin üzerinizde. Sokakta çıplak gezenlerin, ömründe bir kere salavat getirmeden ölüp gidenlerin, İslam’ı ve tarihimizi yanlış bilenlerin,üç beş gizli Yahudi gazeteci yazarla ve üç beş sözde sanatçı ile beyinleri yıkanan, imanları ve ebedi saadetleri çalınan nesillerin vebali, onlara ilmiyle, hikmetiyle, vakarı ile, fesahat ve belagati ile ağızlarının payını vermeyip maaşını alıp yatan sizlerin üzerinde… Siz vazifenizi yapmadığınız için, yüz binlerceniz toplamda bir adam yapmadığınız için bu millet bu halde. “E ne yapalım. Zaman çok kötü” diye bir de bahane uydurmuşsunuz, gidiyorsunuz. Ama bilin ki sadece kendinizi kandırıyorsunuz.

Titreyin ve kendinize gelin! Nereye gidiyorsunuz, insanları nereye sevk ediyorsunuz, gökten birilerinin gelip de bu küfrü yıkmasını, bu zulüm, küfür ve felaket çağını sonlandırmasını mı bekliyorsunuz? Siz bu hallerde iken, kimlerin bunu yapmasını bekliyorsunuz, uzaylıların mı? Hiçbir şey yapamadınız, bir de nasıl olabiliyor da yapmaya çalışanları, bu yükün altına girip bedel ödeyenleri sapkınlıkla, cahillikle, fasıklıkla, fevrilikle suçlayabiliyor ve dillerinizi bu mübarek insanlara uzatabiliyorsunuz? Allah’ın azabının ne kadar şiddetli olduğunun şuurunda bile değilsiniz, tıpkı, dünya tarihinin görüp görebileceği en büyük küfür ve zulüm devrinin tam içinde yaşadığınızın şuurunda olmadığınız gibi. Nefsiniz sizi, cehennemin dibine doğru götürüyor, zira haram yeyip haramileşenlerden oluyorsunuz, dilsiz şeytanlardan oluyorsunuz, amel defterinize hayal bile edemeyeceğiniz veballeri dur durak bilmeden yazdırıyorsunuz. Köprüden önce son çıkıştasınız!

Mehmet Fahri Sertkaya

Modern Psikiyatrinin babası, anasına sulanırdı. Sigmund Freud gerçekte kimdi…

Sapıkların babası Sigmund Freud

Freud, insanı belirli davranışlara zorlayan dürtüleri olduğunu iddia eder. Ona göre acıkan karnını doyurur, yorulan uyur, ancak “cinsî içgüdüler” şuur altına itilir ve bastırılır. Freud, psişik hayâtımıza sadece seksüel dürtülerin yön verdiğini savunur ve tezini anormal vak’alardan hareketle izâha çalışır.

Freud’e göre çocuklar, birçok cinsî sapıklık modellerini peş peşe sıralayan komple bir “sapık”tırlar. Elbette bu marazî isteklerini cemiyet baskısı altında doyuramazlar. Onları şuur altına iterler ve bir takım iç çatışmalar başlar. İşte Freud’a göre ruh hastalıklarının tek sebebi budur. “Psikanaliz” ile şuur altının derinliklerine inilmeli, doyurulmamış sapık arzular bulunmalı ve “kabûl edilebilir hâle” getirilip tekrar sunulmalıdır. 

Yeni değil, çarpıtılmış 

Allahü teâlânın “kâinâtın en şereflisi” olarak yarattığı insanı, bir takım süflî içgüdülerin esiri gibi göstermeye çalışan bir teori elbette taraftar bulamaz. Kaldı ki insana “serbest irâde”“seçme hürriyeti” ve “iyiyi kötüden ayırt edebilme kâbiliyeti” verilmiş olmasa, “suç ve cezâ” kavramlarının içi dolmaz. 

Freud’un getirdiği “şuur altı” ibaresi “ona has” ve “yeni” değildir. İslâm âlimleri içgüdülere, “nefs-i emmâre” adını verirler ki, insana yükselme, kendini koruma ve neslini idâme gücü veren tahrik edici bir kuvvettir. Bulunması şarttır ama dizginlenmesi lâzımdır. Bunu tıpkı kazandaki buhara benzetebiliriz. Eğer kendi haline koyuverirseniz kazanı patlatır. Ama kontrol altında tutarsanız koca lokomotifi, hedefine ulaştırır.

Yanlışta ısrar 


Freud, bu görüşlerini birebir münazaralarda sıkça savunur ancak “Histerinin cinsel etiyolojisi” üzerine verdiği bir konferansta açıkça dillendirince skandal çıkar. Öyle tepki alır ki, artık ne öğrencisi ne de çalışma arkadaşı kalır. Tam “bittim artık” dediği günlerde birileri gelip sırtını sıvazlar, onu tekrar psikanaliz üzerinde çalışmaya zorlarlar. Hatta elinden tutar bir anda (1902) profesör yaparlar. Bâzı arızalı doktorları bulup buluşturur, hizmetine yollarlar. Dahası Viyana’da Psikanaliz Enstitüsü kurar (1908) ve bu müesseseye milletler arası hüviyet kazandırırlar. 
Freud enstitü filan yönetecek kapasitede değildir, zihni dağınıktır. Bu yüzden kurumun idâresini öğrencisi Carl Gustav Jung’a bırakır. Ancak psikanaliz yaygınlaştıkça, teorideki çarpıklıklar, ortaya çıkar, dostları Freud’u yalnız bırakırlar. Freud’un en güvendiği isimlerden Adler ve Jung bile psikanalizde aradıklarını bulamaz. Rûhî hayâtın izâhını marazî modellere dayandırmayı, günahsız çocuğu birtakım cinsî sapıklıkların toplamı gibi görmeyi “insan” olma vasfına yakıştıramazlar. Adler insanoğlunun hâkim dürtüsünün “yükseklik ve üstünlük duygusu” olduğunu savunmaya başlar, Jung ise milletlere, kavimlere ve âilelere has ortak bir alt şuurdan, “kolektif şuur altı”ndan bahs açar. 

Fitneciler Londra’ya! 

Freud yenilgiye doymaz, psikanalizi antropolojiye uyarlar. Yaratılışı ret eden Darwin’e destek olmak için elinden geleni yapar. Freud, Hitler’in Avusturya’yı işgali üzerine (1938) Londra’ya kaçar, İngilizler, Yahudi biraderlere (Darwin ve Freud’a) her imkânı açar, medyayı emirlerine verip, reklâmlarını yaparlar. 

Hakkında ne dediler? 


► O, kendi zaferi için insanları kullanan bir egoistti. Hastalarının intihar eşiğine gelmesi umurunda bile değildi. Prof F. Crews

► Freud araştırıcı filan değil, istediği neticeye varmak isteyen ahlâksız bir oportünistti. A. Esterson► Çok psikanaliz yaptım ama hep sıkıldım. Hastalarımı hiçbir zaman tanıyamadım. Freud nevrotik bir insandı ve onun gibilerin bu saygıdeğer meslekten çekilmesi lâzımdı. Dr. Erich Fromm
► Psikanaliz herşeye el atar ama hiçbir şeyi açıklayamaz. M. Johoda

► Freud’u hekimden saymayın, o materyalist ideoloji için çalışan bir felsefecidir. H. Ellenburger

► Psikanaliz masaldır, hem zararlı bir masal. P. Medawar

► Psikanaliz çağımızın vebasıdır. Ona inananlar “dürtü” adına “tiran” kesildiler, artık bu kaosun bitmesi gerek. E. Levinas

► Freud’a göre cömertlik, fedakârlık gibi kelimeler anlamsızdır. Bu piyesin oyuncuları kötü olmak zorundadırlar ve final daima ağlatır. M. Tournier…

Kaldı ki Freud, “Ben ne ilim adamıyım ne de mütefekkir. Sadece maceracıyım ve bu hoşuma gidiyor” demekten çekinmez. 


İrfan Özfatura 


Yazarın faydalandığı eser: “Dünyayı Aldatanlar” Prof. Dr. Sefa Saygılı

PİSLİĞİN TEKİYDİ.

Modern psikiyatrinin babası sayılan Sigmund Freud, kelimenin tam anlamı ile pisliğin tekiydi.

Öz annesine karşı sapkın cinsi duygular besleyen ve yıllar sonra bile bunu gizlemeyen, insanlıktan çıkmış biri idi… Babasından 20 yaş küçük olan annesini zayıf, çekici, koruyucu, sevgi dolu bir kadın olarak tarif eden ve ona karşı tutkulu, seksüel bir bağlılığı olduğunu gizlemeyen tipik bir ensest Yahudi idi kendisi… Sorunlu ve iğrenç bir Yahudi ailenin daha küçük yaşta psikopata bağlamış sorunlu bir ferdi idi. 

Psikiyatride kendine has iddialar uydurdu. İlgi alanı daha ziyade insanların rüyaları idi. Gerçekte bir şeyi başaramamış ve asla başaramayacak biri için harika bir tercihti rüyalar… Uzun ömründen geriye tuttuğu bir tek not bile bırakmamış olmasını ve aşırı dikkatle hepsini imha etmiş olmasını da göz önünde bulundurursanız, ne demek istediğimi çok daha iyi anlayabilirsiniz.

Ömrü kuramlar/teoriler üretmekle geçti ve bir tanesini bile ispat edemedi. Onun savunucuları, gerçekliği ispat edilememiş kuramların çürütülemediğini iddia etmek gibi bir komiklik sergilemekteler. İnsanların rüyalarında yaşayan ya da insanların kendilerinin bile bilmediği bir bilinçaltı bulunduğunu iddia edip var olup olmadığı ispat edilemeyen bu bilinçaltında yaşayan sözde hekim özde üçkağıtçı bir acayip mahlukun, kendinden acayip uydurmalarını kim nasıl çürütebilsin?

Akademik çalışmalarına devam edip profesör ünvanı alması gerekiyordu ama o çalışmalarına ara verip bir yazıhane açmayı uygun gördü. Otuz yaşına gelmişti ve evleneceği kız daha fazla bekleyemezdi. Tedavi iddiası ile insanları dinledi ve bol bol paralar aldı ki zaten 1960’lara kadar Psikiyatrlar reçete yazamaz, ilaç kullandıramaz sadece dinlerdi. Hem bu sahada geliştirilmiş ilaç yoktu hem de kimse psikiyatrları hekim kabul etmezdi. İlk antidepresan bile Freud’un ölümünden yaklaşık otuz yıl sonra 1960’larda tüberküloza çare aranırken tamamen tesadüfen bulundu. O gün bu gün de psikiyatrların hiçbir ilacı hiç kimseyi gerçek anlamda tedavi etmedi. 

Kendi sağlığını bile düşünmeyen zavallı bir tipti Freud… Günde en az yirmi puro içerdi ve ömrünün son altı yılında üst damak ve üst çene kanserinden mustarip tarifsiz acılar çekti. Üst çene kemiği, dişleri ve damağı adeta çürüyüp yok olmuştu. Konuşamıyor ve yemek bile yiyemiyordu. Ancak bir protez uydurularak bir nebze olsun yemek yemesi ve zorlanarak da olsa konuşması sağlanmıştı.
1939 yılında acıları dayanılmaz hale geldiğinde doktoruna “Artık bu işkenceden başka bir şey değil ve hiçbir anlamı yok” dediği, doktorundan kendisini iğne ile öldürmesini istediği de ciddi ciddi iddia edilmektedir. 

Hasılı kelam, günümüzün çakma bilimi psikiyatrinin babası bile işte böyle bir babadır. Evlatlarının onlarca yıldır bir şey başaramamış olması şimdi size tuhaf geliyor mu?

YAHUDİLERDE CİNSEL SAPIKLIK – ENSEST İLİŞKİ


Kaptın günlümü, kız kardeşim, yavukluk! Gözlerinin bir bakışı ile… Okşamaların ne güzel, kız kardeşim, yavuklum!Şaraptan ne kadar hoştur okşamaların,(Bozulmuş Tevrat, Neşideler Neşidesi Bölümü, 4/9-10)

Hahamlar Tevrat’a, kendi sapkın görüşlerine uygun olarak, ahlakı bozacak emir ve konuları katmayı da ihmal etmemişlerdir. Bu sapık sözde ayetler, Yahudilerin ellerinde bulunan Tevrat’ın Allah tarafından indirilen asıl Tevrat olmadığına da delil oluşturmaktadırlar. Aile içi cinsel ilişkiye varan bütün sapıklıklar Bozulmuş Tevrat’ta övgüyle anlatılır. Hahamların Bozulmuş Tevrat’a ekledikleri Lut Peygamber ve kızları hakkında çirkin iftira, sapık Yahudi adetlerinden olan ensest’i (aile içi cinsel ilişki) meşru göstermek için uydurulmuştur.

“Ve Lut Tsoardan çıkıp dağda oturdu, ve iki kızı onunla beraberdi; çünkü Tsoarda oturmaktan korktu; ve o, ve iki kızı bir mağarada oturdular. Ve büyük kızı küçüğüne dedi: ‘Babamız kocamıştır, ve bütün dünyanın yoluna göre yanımıza girmek için mem­lekette erkek yoktur; gel, babamıza şarap içirelim, ve babamızdan zürriyeti yaşatmak için onunla yatarız.’
Ve o gece babalarına şarap içirdiler ve büyük kız girip, babası ile yattı… Ve ertesi gün dedi: İşte dün gece babamla yattım, bu gece de ona şarap içirelim, sende gir onunla yat… Ve küçük kız kalkıp onunla yattı.”(Bozulmuş Tevrat, Tekvin Bölüm 19/30-36)

Bunun yanı sıra, Bozulmuş Tevrat’ın metinlerinde pek çok müstehcen ifade vardır. Bir ilahi kitapta bulunması mümkün olmayan aşağıdaki ifadeler bozulmuş Tevrat’tan alınmıştır:
İki memen, sanki bir çift geyik yavrusu.Zambaklar arasında otlayan, İkiz ceylan yavrusu.Kaptın gönlümü, kız kardeşim, yavuklum!”Gözlerinin bir bakışı ile,Gerdanının tek zinciri ile gönlümü kaptın.Okşamaların ne güzel, kız kardeşim, yavuklum!Şaraptan ne kadar hoştur okşamaların,Itırın güzel kokusu da her çeşit baharattan!Ey yavuklum, bal damlatır dudakların;Balla süt senin dilinin altındadır,Evsabının kokusu da, sanki Libnan kokusu.Kızkardeşim, yavuklum, kapalı bir bahçedir,Kapalı bir kaynaktır, mühürlenmiş pınardır.” 
(Bozulmuş Tevrat, Neşideler Neşidesi Bölümü 4/8-12)

“Çarıklar içinde ayakların ne güzel, Ey emir kızı!Toplu kalçaların sanki mücevherler.Üstat ellerinin işi.Göbeğin yuvarlak bir tas,Onda karışık şarap eksik değil;Karnın buğday yığını,Zambaklarla kuşanmış…Zevkler içinde, ey sevgilim,Sen ne güzelsin, ve ne şirinsin.Bu senin boyun hurma ağacına,Memelerin de salkımlara benziyor.Hurma ağacına çıkayım,Dallarını tutayım, dedim; Keşke sen bana.Anamın memelerini emmiş kardeş gibi olaydın!Dışarıda seni bulunca,Ben seni öperdim;Beni de kınamazlardı.Küçük bir kız kardeşimiz var,Ve onun daha memeleri yok;Ben duvarım,Memelerim de kuleler gibi.”(Bozulmuş Tevrat, Neşideler Bölümü Bab 8/1,8,10)

“Memelerin üzüm salkımları gibi olsun, Fahişelik ettikleri zaman kızlarınızı Ve zina ettikleri zaman gelinlerinizi Cezalandırmayacağım.”
(Bozulmuş Tevrat, Hoşca bölümü, Bab 4/14)

“Soluğun kokusu da elma gibi, ve ağzın en iyi şarap gjbi.” (Bozulmuş Tevrat, Neşideler Neşidesi Bölümü, Bab 7/6-9)

Bkz. www.tibbinkaranlikyuzu.com(İlk yayın tarihi: Ekim 2015)

Mehmet Fahri Sertkaya

Damacanadan ve pet şişeden su içmeyin, kanser olmayın!

İstanbul Anadolu yakasında uzun yıllardır damacana sektöründe çalışan, şimdi de ünlü bir damacana su markasında müdür olarak çalışan bir kişi ile, bir esnaf arkadaşım vesilesi ile tanıştım.

Anlattıklarına şaşırmadım. Zaten farkındaydım ve damacana sulardan hep uzak durdum. Pet şişelerdeki sulardan da mümkün olduğu kadar kaçtım. Zaruret olmadan almadım.

Bana içilebilecek iki su markası söyledi, isimlerini ilk defa duydum*. Mesele, suyun, plastik damacanaların içinde güneş ışınlarının da etkisi ile etkileşime girmesi ve zehirli kimyasallar bulaşması ve bunun da kansere sebep olması değil sadece… Anlattığına göre serbestçe satış yapabilen çok sayıda su markası, damacana ve pet şişelere suyu, açtıkları su kuyularından dolduruyorlar. Bu kuyu suları gerektiği şekilde denetlenmiyor. Bazıları suyu değişik işlemlerden geçiriyorlar ama anlattığına göre bunlar bile şebeke suyundan daha sağlıksız. Suyun kokusu alınabiliyor ama bu durum o suyun sağlıklı olduğu anlamına gelmiyor.

Sağlık bakanlığının damacana suyu denetlemeye başladığı iddialarına da gülüp geçiyor bu kişi…

En temiz su bile plastik şişelerde kirleniyor ve kanser yapıcı bir etkiye sahip oluyor. Hayatınızda mümkün olduğu kadar plastik ürünleri çıkarmalısınız. Hiç değilse gıda sahasından, yeyip içme araçlarından çıkarmalısınız. Market poşetleri bile insanları zehirlemeye devam ediyor.

Yeniden cama, yeniden ahşaba, yeniden kumaşa dönülmeli. Özellikle de plastik gövdeli hızlı su ısıtan kettle’lardan, plastik kepçe ve kaşıklardan ve bir de bulaşık deterjanlarından uzak durmalısınız. Gerçek bir islam alimi, bunların tamamına haram fetvası verebilir ve derhal kullanılmasını yasaklayabilir. Gerçekten şehir suyunu arıtabilen kaliteli su arıtıcılar damacana sulardan daha ucuza geliyor. Plastik yerine cam ya da ahşap mutfak eşyası tercih etmek çok ciddi bir maliyet artışına sebep olmuyor. Tamamen doğal deterjanlar iyice yayıldı, üretici firmalar arttı, maliyetler düştü. Aslında sağlıklı yaşamak, kanser olmamak, hiç zor değil.

Mehmet Fahri Sertkaya