Merkezimiz, ne anlatırsak hepsini dikkatle dinliyor, değerlendiriyor ve kale alıyor.

Merkezimiz, ne anlatırsak hepsini dikkatle dinliyor, değerlendiriyor ve kale alıyor.

“Biri yasaklanırsa, öyle bize pusu kurulduğunda yapıldığı gibi, parantez içine sadece site adresi eklenerek yasaklanmaz. Şahsın adı, soy adı, kimlik bilgileri, bağlı bulunduğu yer yazılır da …” demiştim. Yeni yasaklama metinleri iyice sistemleştirilmiş.

Üstüne fotoğraf bile ekliyorlar artık ve yine mail sistemi ile dağıtılmıyor. Akademi Dergisi’ne pusu kurulduğu zamanki gibi bir daha mail sistemimize sızmalarına izin verilmiyor. İşte merkeze gidip Akademi Dergisi hakkında böyle bir yasaklama metni arayanlar bulamayacak, çünkü hiç bir zaman çıkmadı. Mail ile dağıtım sırasında “birileri” sisteme sızıp teşkilatın yaklaşık yarısına, “oynanmış” ve acele ile “Akademi Dergisi adresi eklenmiş” yazıyı göndermişlerdi. Yedi sene boyunca Akademi Dergisi hakkında, binlerce şikayete rağmen yasaklama çıkmamıştı, yedinci sene, yani 2016’da da çıkmadı, sonraki sene 2017’de de çıkmadı. Çıkmıyor, çıkmayacak. Merkezimiz Akademi Dergisi’ni hiçbir zaman yasaklamayacak…

Ayrıca Yedikıta ve Çamlıca Kitap, Ahmet Kemal Öncü, Ahmet Şimşirgil, Ahmet Ferruh Öncü, Ahmet Uçar aleyhindeki son derece sert çıkışlarımızdan da merkezimizin “hiç” rahatsızlığı olmadı. Bir iki gün sonrasında, Akademi’nin bu tavrını destekleyen bir manevra yaptı merkezimiz ve “Bizim kitaplarımız şunlardır, müesseselerimizdeki kütüphanelerde şunlar bulunmalıdır” denilen liste dağıttı her yere… O listede A. Şimşirgil, Kadir Mısıroğlu, Mustafa Armağan gibi “müslüman” denemeyecek hale gelmiş kişilerin hiçbiri yoktu. İslamcılık mikrobunun bünyemize bulaşmasına mani olmak için yine merkezimiz Akademi ile bir hareket etti.

Mehmet Fahri Sertkaya

Allahü Teâlânın, ilmini sapıtmasına sebep kıldığı kimse; İbn-i Teymiyye

İbn-i Teymiyye, Miladi 1263 senesinde Şanlıurfa’nın Harran kazasında doğdu. Künyesi; Ebu’l Abbas, lâkabı Takiyyüddin’dir. Şam’da Hanbelî fıkıh ve hadis âlimi idi. Ailesi ile birlikte Moğolların zulmünden kaçarak Urfa’ya yerleşti. Birçok ünlü âlimden ders aldı. Yirmi yaşında tahsilini tamamladı. 1282 yılında babasının vefatı üzerine yerine müderris tayin olundu. İlmi gerçekten çok idi. Lakin İbn-i Teymiyye, ilminin çokluğuna aldanarak, babasının ve hocalarının yolunu terk etti. Allâme İbn-i Haceri Mekkî, İbn Teymiyye hakkında şunları söyledi: “Allahü Teâlânın, ilmini sapıtmasına sebep ettiği kimsedir.”

Ehl-i Sünnete aykırı söylemleri sebebiyle 1305’te Kadıl Kudat Zeynüddin-i Mekkî başkanlığındaki bir heyet, İbn-i Teymiyye’yi imtihana tabi tuttu ve suallere cevap veremeyince hapsettiler. İki sene sonra tevbe edince bırakıldı. İyi tahsilli, çok kitap okuyan İbn Teymiyye, Hanbelî müderrisliği gibi yüce bir vazifeyi ifa etmişti. Hatta Şiileri ve Yunan filozoflarını tenkit eden kıymetli kitaplar yazdı. Lakin ilmi ona gurur vermeye başladı. İtikadî ve amelî konuda kendi fikirlerini Ehl-i Sünnetin üstünde görmeye başladı. Raşid halifeleri, Eshab-ı Kiramın ileri gelenlerini ve Muhyiddin Arabî (k.s.), Sadrettin Konyevî (k.s.) gibi tasavvuf yolunun büyüklerini tenkide ve hatta onlara hakarete kalkıştı, onları küfürle itham etti. İmam Eş’ari ve İmam Gazalî’ye dil uzattı. Bozuk itikatlarına dayanan fetvalarını yaymaya çalışması sebebiyle Şam kalesinde kendisine bir oda tahsis edilerek hapsedildi. 1328 yılında vefat etti. Vasıta, Kitab’ül Arş, Minhâc-üs Sünne, Es-Siyaset-üş Şer’iyye, Ziyaret’ül Kubur, Fetevâ, Felsefe-i İbn-i Rüşd İktizau Sırat’ül Müstakim, El Furkan, İbn-i Teymiyye’nin eserleri arasındadır.

Görüşleri

İbn Teymiyye’nin görüşlerinin başında tecsimcilik ve teşbihcilik gelir. Yani Hz. Allah’ı cisimlere, mahlûkata benzeterek, sıfat-ı zatiyye’den olan Muhalefet’ün Lil-Havadis’i (sonradan olanlara hiç benzememek) inkâr etmektir. Vehhabilerde var olan bu görüşün temelini atan İbn-i Teymiyye’dir. Herkes tarafından bilinen şu olay İbn Teymiyye’nin nasıl bir düşünceye sahip olduğunu anlamak için yeterlidir: Şam’da Emevi Camiinde hutbe okuyan İbn Teymiyye: “Allah benim indiğim gibi şöyle yukarıdan aşağıya iner.”[i] demiş ve bulunduğu basamaktan bir basamak aşağıya inmiştir. Bunu, kaynak olarak aldığımız Ebu Hamid Bin Merzuk’tan başka, camide olaya şahit olan İbni Batuta da ifade etmiştir. İbn-i Teymiyye, cihet anlayışı hakkında da şunları söylemiştir:

“Allah’ın kitabını başından sonuna kadar, keza Resulünün sünneti evvelinden ahirine kadar, bütün Sahabe ve Tabiinin ve Müctehitlerinin sözleri nas halinde açık seçik bir şekilde Allah’ın arşın üstünde, her şeyin üzerinde, semanın üstünde olduğunu beyan eden ifadelerle doludur.” Bu görüşüne de Fatır Sûresi 10. ayeti delil gösterir. Hâlbuki ulemanın ittifak ettiği görüş şudur: Bu ayetteki “çıkmak” kelimesi cisimlere isnat edilir ve yüklem olursa cihet olabilir. Lakin “çıkmak” kelimeye nisbet olmuştur, yani cismani değil manevidir. “Çıkma” kelimesinin bu ayetteki manası “kabul olmak”tır. İşte Fatır Sûresi 10. ayet: “Her kim izzet istiyorsa bilsin ki, izzet tamamiyle Allah’ındır. Hoş (güzel) kelimeler O’na yükselir, onu da amel-i salih yükseltir. Kötülükler kuranlara gelince onlara şiddetli bir azap vardır ve onların tuzakları hep darmadağın olur.” Açıkça görülmektedir ki bu ayet-i kerimede, “yükselme” kelimesi “ulaşma” manasında kullanılmıştır. İbn Teymiyye, bu manadaki aykırı görüşünde kendinden önceki tüm müctehitlerin ve âlimlerin ittifak halinde olduklarını yazmıştır. Evet, ittifak halindedirler ama İbn Teymiyye’nin görüşünün aleyhine ittifak halindedirler.

İbn-i Teymiyye’nin ‘istiva’ hakkındaki görüşü malumdur. Görüşünü temellendirmek ve sağlamlaştırmak için İmam Malik’in sözlerini de istediği gibi yorumlamıştır. İmam Malik Hazretleri’nin istiva hakkındaki görüşü şudur: “İstiva malum, keyfiyeti meçhuldür. Buna inanmak vacip, üzerinde durmak, sual sormak bidattir.” İşte bu güzel açıklamayı İbn Teymiyye şöyle saptırmıştır: “Allah’ın arşın üzerinde olduğu malum, fakat nasıl olduğu meçhuldür.”[ii] Hâlbuki “istiva” cihet manasına gelmez. İbn Teymiyye, Allah’a cihet isnat etmek için Kur’an’da “istiva “ kelimesinin olduğunu bildiği halde, “istiva” kelimesi yerine “fevk” (üst, yukarı) kelimesini kullanarak Kur’an’da olmayan bir kavramla açıklama yapmaya çalışmıştır. İbn-i Teymiyye daha da ileri giderek Tevhid’i ikiye ayırmıştır. Rubûbiyet Tevhidi, Ulûhiyet Tevhidi diye isimlendirmiştir. Bu terimler de yine ilk defa ondan duyulmuştur.

İbn-i Teymiyye’nin Fetvaları kitabında bakın ne yazıyor:

“Tevhid iki kısımdır: Tevhid-i Rubûbiyet, Tevhid-i Ulûhiyet. Tek tek zikredildiği zaman her ne kadar ulûhiyet rububiyeti içine alıyor ve rubûbiyet ulûhiyeti gerektiriyorsa da, bir arada zikrolunduklarında “Kul euzü birabbinas”da olduğu gibi ayrı ayrı manalarına gelir. İlah; ibadete müstehak ma’bud, Rab; kuluna sahiplik eden demektir.”[iii] İbn-i Teymiyye bu açıklaması ile Hz. Kur’an’a ters düşmüştür. Bunu anlamak için şu mealdeki ayete bir bakınız: “Ey nas! Sizi ve sizden öncekileri yaratan rabbinize ibadet ediniz.” Bu ayet-i kerime, rubûbiyeti ve ulûhiyeti ayrı ayrı gösteren İbn-i Teymiyye’nin iddiasının yanlışlığını şöyle ortaya koyuyor:

Ayetten anlaşılacağı üzere Rab ibadet edilendir. İbn-i Teymiyye, mantık ilminin haram olduğunu söylerken; “Ulûhiyet rubûbiyeti tazannun eder, rubûbiyet ise ulûhiyeti müstelzimdir.”[iv] diyerek kendisi de mantık ilmine ait kavramlar kullanmıştır.

İbn-i Teymiyye tevhidi ikiye ayırarak Bakara Sûresi 21., İsra Sûresi 23. ayetlerine karşı çıkmıştır. İbn Teymiyye, mümtaz İslam âlimlerine de saldırmıştır. Kelam ulemasının Kur’an’daki aklî delilleri anlamaktan aciz olduklarını söylemiştir. Minhacü’s Sünne adlı eserinde: “Kelam uleması Ulûhiyet tevhidini bilmedikleri ve Esma-i İlahiye’nin hakikatlerini ispat edemedikleri için Allah’tan başkasına tapmışlar.”[v] diyerek bilcümle ulemayı şirkle suçlamış ve kâfir demeye getirmiştir. Bu dediklerinin sonucunda ise Sıfat-ı İlâhiyenin ispatını yapamayan herkesin kâfir olacağı çıkıyor. Yine iddiasına şöyle devam ediyor: “Yalnız Rububiyet tevhidini bilmek kafi gelmez, küfürden kurtarmaz.”[vi]

İbn-i Teymiyye Fetvası’nda şunlar yazılıdır:

“Peygamberler ve veliler ile tevessül eden, sıkıntılı anlarda onlara nida eden kimseler onlara tapıyorlar demektir. Ve böylece onlar putlara, melaikeye, İsa’ya tapanlar ile aynı derecede kâfir olmuşlardır. Aynı durum ruhaniyetlerinden istimdat ve tevessül maksadı ile kabir ziyaret edenler için de mevzuu bahistir.”

İbn-i Teymiyye herkesi acımasızca ve pervasızca kâfir ilan etmiştir. Tevessül ibadet etmek değil, bir şeyi aracı kılmaktır. Zira birine ilah edinmeksizin secde etmek dahi kâfirlik sebebi değildir. (Günahtır) Hâlbuki eski şeriatlerde tazim ve saygı için secde serbest idi. Yüce Peygamberimizin (s.a.v) İslam’ı getirmesiyle bu fiil kaldırılmıştır. Zira melekler de Hz. Âdem (a.s.)’e secde etmişler, Hz. Yakup’un oğulları da Hz. Yusuf’a secde etmişlerdi. İbn Teymiyye’nin tevessül ve kabir ziyareti ile alakalı görüşlerini Vehhabiler de delil kabul etmişlerdir. Vehhabiler Hz. Resulullah (s.a.v.)’ın hatıralarına en edepsiz hareketleri bu görüşlere dayanarak icra ettiler. İbn Teymiyye’den sâdır olan bir görüşe göre;

Resulullah Efendimize (s.a.v.) salât ve selam getirmek şirktir. Hâlbuki Sahabe-i Kiram efendilerimiz, Hz. Peygamber Efendimize (s.a.v.); “Anam babam sana feda olsun.” derlerdi. Peki, şimdi –hâşâ- Ashab-ı Kiramın şirke düştüğünü, Resülullah Efendimizin (s.a.v.) de buna müsaade ettiğini mi düşüneceğiz? Elbette hayır.

İbn Teymiyye’nin mezhep imamı, İmam Hanbel’in Müsned’inde Ubeydetu’s Selmanî Hazretlerinin şu sözü vardır: “Resul-i Kibriya’nın mukaddes vücudundan ayrılan bir tüy, benim nazarımda yeryüzünde açıkta olan ve yer altında gizli bulunan bütün altın ve gümüş hazinelerinden daha kıymetli ve daha sevimlidir.” Bu bir tazim değil midir? Kur’an-ı Kerim’de Peygamber Efendimize (s.a.v.) “Seyyid” kelimesi kullanıldığı halde Teymiyyeciler, bu kelimenin kullanılmasına da karşı çıkmışlardır. İbn Teymiyye, Fetavası’nda şöyle söylemiştir:

“Çoğu kimseler bir halifeyi, bir âlimi yahut bir şeyhi, bir emiri öyle severler ki –her ne kadar biz onu Allah için seviyoruz deseler de- onu Allah’a denk tutarlar. Bir kimse Peygamberden başkasının emirlerine uymak, nehiylerinden kaçmak hususunda –Allah ve Resulünün emirlerine muhalif de olsa- ona itaati gerekli sayarsa Allah’a şirk koşmuş olur. Çoğu kere bu sevgi ve itaat, Hıristiyanların Hz. İsa’ya yaptıkları gibi olur; ona dua eder, ondan imdat bekler, onun dostları ile dost, düşmanları ile düşman olur, onun helal dediğine helal, haram dediğine haram der ve adeta onu Allah ve Resulünün yerine koyar. Bu ise: ‘İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah’tan başka tanrılar edinirler de onlara Allah sevgisi gibi bir sevgi ile bağlanırlar. İman edenlerin Allah sevgisi daha üstündür.’ (Sure-i Bakara/ 165) ayet-i kerimesinde beyan edilen şirktendir.”[vii]

Şefaat ve tevessül konusunda Ehl-i Sünnete muhalif görüşlerini eserlerinde zikretmeye şöyle devam eder: “Peygamber (s.a.v.)’in hayatında ve onun duası, şefaati gibi fiilleriyle tevessülün meşrutiyetinde Müslümanların icmaı vardır.”[viii]

Bu sözlerin az ilerisinde şunları söyleyerek derin çelişkiye düşer: “Tevessül, ‘iksam alellah’tır. Allah üzerine yemin vermektir. Bu ise caiz değildir. Melekler, peygamberler veya başka kimseler adıyla Allah üzerine yemin edilmez.” İbn Teymiyye’ye göre Allah’tan başkasının adına kurban kesilmesi küfürdür. Bu iddiasına cevap olarak Vehhabiliğin kurucusu Muhammed bin Abdülvehhab’ın kardeşi Şeyh Süleyman bin Abdülvehhab şunları söylemiştir:

“Şayet İbn Teymiyye nezdinde, mezkûr nezirde bulunan kimse, kâfir olsaydı, ‘Nezrettiği şeyi sadaka etsin!’ diye adama emretmezdi. Zira kâfirin sadaka vermesi kabul olunmaz. Böyle olsaydı İbn Teymiyye, kendisine Allah’tan başkasına yaptığı nezir dolayısıyla İslamiyetten çıktın, diyecek ve ona İslamiyeti tecdid etmesini emredecekti.” İbn Teymiyye: “Bu günde yapılan şeylerden hiçbiri sünnet değil, bilakis bidattir. Resulullah (s.a.v.) onu meşru kılmadığı gibi, ne O ne de O’nun sahabeleri bunu yapmamışlardır.” diyerek Aşura gününün ve o günde yapılan faaliyetlerin de bidat olduğunu söylemiştir. Hâlbuki Resülûllah Efendimiz (s.a.v.): “Kim Aşura günü ehl-i beytine nafakayı geniş tutarsa Allah da ona senesinde genişlik verir.” buyurmuştur.

İbn-i Teymiyye hakkında Müslümanların içindeki materyalist fikrin öncüsü diyebiliriz. Bu fikrini şu sözlerinden anlarız:

“Kur’an ayniyle noktası noktasına, zahirine göre anlaşılmalı ve ele alınmalıdır. Allah, Kur’an’da; arş üstünde istiva ettiğini, zatiyle mekan ifade ettiğini mi bildiriyor, aynen böyledir ve O’nu şekil ve mekandan tenzih edici hiçbir mecazi idrake sebeb yoktur. Allah; “Benim elim her elin üstündedir.” buyururken bu ifade mecazi değil, aynen vakidir. Bahis mevzuu el’de bildiğimiz insan elidir.”

Es-Sıratü’l Müstakim adlı eserinde İbn-i Abbas (r.a.) gibi büyük sahabeye kâfir demiştir. İbn Teymiyye, bir eserinde Hariciler gibi, müşrikler hakkında nazil olan ayetleri Müslümanlar için kullanmıştır.[ix]

El Minhacü’s Sünne adlı eserini, Şiilerden İbn Mutahhar’ın Minhac el-Kerame adlı eserine reddiye olsun diye yazmıştır. Lakin Ehl-i Sünnete mugayir pek çok söz vardır:

“Allah u Teâlâ’ya bir had (ölçü) olup, ondan başkası miktarını bilmiyor. Haddinin sonu tasavvur edilmesi hiç kimseye caiz değildir. Ama haddi olduğuna inanacak ve hakkındaki bilgiyi Allahu Teâlâ’ya havale edecektir. Allah’ın mekânı için de had vardır. Allah Arş’ının üzerinde, göklerin üstündedir. İşte bu iki durum, O’nun haddidir.”[x]

Gördüğünüz gibi burada, Allah için hem mekân tayin ediliyor, hem de mekânının sınırlılığı kabul ediliyor. Mekânı ve sınırı olanın da cisim olacağı aşikârdır. Bu da bu iddiadaki tenakuzu gösteriyor. Yine aynı eserin 194. sayfasında: “Şüphesiz Kur’an ve yaygın mütevatir hadislerde, ilk âlimlerin ve tabiinin ve hatta üçüncü asrın bütün âlimlerinin kelamında, Allah’ın yüksekte Arşının üzerinde olduğunun isbatı husunda çeşitli delillerle doludur.” İbn Teymiyye’ye göre Cehennem ebedi değildir:

“… Cehennem’in son bulacağı görüşüne gelince, bu konuda selef ve halef ulemasından maruf iki görüş vardır ve tabiûn ile sonra gelenlerin bu konudaki anlaşmazlıkları malumdur. (…) Cehennem’de bulunanların azabının gelip dayanacağı bir son sınır olduğunu ve azabın Cennet nimetleri gibi daimi olmadığını söyleyenler, bununla Cehennemin son bulacağını kastetmiş olabilecekleri gibi, Cehennemliklerin bir gün buradan çıkacağını ve orada hiç kimsenin kalmayacağını da kastetmiş olabilirler. Ancak şöyle de denebilir: Onlar bununla, azap devam ettiği halde cehennemliklerin buradan çıkacağını değil, Cehennem’in azabının sona ereceğini, onun yok olmasının bu anlamda olduğunu kastetmişlerdir.”[xi] Bu sapık görüşlere sahip İbn Teymiyye hakkında büyük âlimlerin görüşlerini yazacağız.

İbn-i Hacer-i Mekki diyor ki:

“Allahü Teâlâ, İbn Teymiyye’yi dalalete, felakete düşürdü. Gözlerini kör, kulaklarını sağır etti. Birçok âlim, bunun işlerinin bozuk, sözlerinin yalan olduğunu bildirmişler ve vesikalarla ispat etmişlerdir. Büyük İslam âlimi Ebu’l Hasenü’l Subkî’nin ve oğlu Tâcuddin-i Subkî’nin ve İmam’ul’izbin Cemaa’nın kitaplarını okuyanlar ve onun zamanında bulunan Şafiî, Malikî, Hanefî âlimlerinin kendisine karşı sözlerini ve yazılarını inceleyenler, sözümüzün doğruluğunu iyi anlar.”

Hindistan’ın büyük âlimlerinden Muhammed Abdurrahman Silhetî, 1882 senesinde basılan Seyfü’l Ebrar adlı kitabında şöyle der:

“İbn Teymiyye, Vehhabilerin büyüğü ve öncüsüdür. O şeyhülislam değil, bidat ve asam yani sapıklık ve günahlar şeyhidir, önderidir. Vehhabilerin bozuk itikatlarından ilk konuşan odur. Ve aslında bu bozuk fırkayı ortaya çıkaran odur. Onun zamanından Sultan 2. Mahmut Han zamanına kadar zikri ve akideleri gizli kaldı. Sultan 2. Mahmut Han zamanında, Yemen tarafından Muhammed bin Abdulvehhab isminde biri zuhur etti. İbn-i Teymiyye’nin ölümü ile yok olan, üzeri örtülen ve İslam memleketlerinde eli kolu bağlı olan bozuk itikadları körükleyip ortaya çıkardı. Yeni bir din yolu tuttu. Ehl-i sünnet ve’l cemaat mezhebine uymayan bir bidat kampı teşkil etti.” Yine Hindistanlı âlimlerden Mevlana Muhammed Fadlurresul 1849 senesinde basılan Tashih’ül Mesail adlı eserinde: “Biliniz ki bu İbn-i Teymiyye yolu kötü, nefsine mağlup, Ehl-i Sünnet’ten hariç kimsedir. ‘Allah u Teâlâ için cihet söylenir’ dedi.” İbn Teymiyye’nin çağdaşı olan Ahmed bin Yahya el- Küllâbi diyor ki: “Keşke bilseydim, İbn Teymiyye Fir’avn’un bu sözünden Allah u Tealanın göklerin ve arşın üzerinde olduğunu nasıl anlamıştır? Fir’avn; ‘Musa’nın Allah’ı göklerde’ dememiştir. Haydi, Fir’avn’ın dediğinden böyle anlaşıldığını farz edelim. Peki, İbn Teymiyye, nasıl Fir’avn’ın zannıyla istidlal eder? Demek ki, İbn Teymiyye’nin bu ayetten anladığı mana ve Allah’a cihet olduğuna dair delil, Fir’avn’un görüşüne göredir. Akidesinde itimat ettiği delil Fir’avn’un zannettiği şaz olup o, Fir’avn inancının kurucusudur.” Burada anlatılan olay şöyledir:

İbn Teymiyye bir eserde Mü’min Suresi 36-37 ayetinde: “Firavn (şöyle) dedi: ‘Ey Hâman! Benim için yüksek bir kule yap, olur ki ben o yollara, göklerin yollarına ulaşırım da Musa’nın tanrısına yükselip çıkarım. Ben onu (Musa’yı) mutlak bir yalancı sanırım.” geçen ve Firavn’a ait olan: “Allah’ın göklerin ve arşın üzerinde olduğu” kavlini kaynak almıştır. Ve şöyle demiştir: “Şayet Musa, Firavn’a Rabbin, bu kâinatın üstünde olduğunu haber vermeseydi, Kur’an-ı Kerim’de ondan hikayetle: “Ey Hâman! Benim için yüksek bir kule yap. Olur ki ben o yollarına ulaşırım da, Musa’nın tanrısına yükselip çıkarın.’ demezdi.” Aynı risalenin devamında şöyle der: “Muattıla olan Cehmiye taifesinin gerçek kavli, Firavn’ın kavlidir.”[xii] Büyük âlim Yusuf Nebhanî Şevahid’ül Hak kitabında diyor ki: “Fir’avniyye ismine hak kazanan, Allah’a cisim nispet etmekte, benzemekte ve yön isnat etmekte Firavn’e müvafık kanaate sahip bulunan Haşviye taifesidir. Yoksa noksan sıfatlardan münezzeh bulunan Allahu Tealayı bu gibi şeylerin tamamından tenzih eden Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat topluluğu değildir.” Yine aynı kitabının devamında şöyle yazıyor: “İbn Teymiyye, dalgaları kıyıyı döven gürültülü bir deniz gibidir. Bazen sahile inci ve mercan bırakır; bazı zamanlarda da taşları ve midye kabuklarını attığı, pislikleri ve hayvan leşlerini bıraktığı olur.”

Kadızade Ahmet Efendi, İmam Birgivî’nin kitabının şerhinde şöyle diyor: “Allahu Teâlâ, gökte ve yerde değildir, mekândan münezzehtir. Mekân ve zaman O’nun şanına muhaldir. Sağda, solda, önde, arkada, üstte ve altta değildir. Allah u Teâlâ cisim ve cismani olmaktan münezzehtir. Bir tarafta olmaktan da münezzehtir. İbn Teymiyye ve yolundakiler; “Allahu Teâlâ üst taraftadır” dediler.”[xiii]

Hafız İbn-i Hacer El Askalânî, Ed-Durarü’l Kamine isimli kitabında, İbn Teymiyye’nin sahabenin büyükleriyle alakalı sözleri hakkında âlimlerden bazı nakiller yapmaktadır: “İbn-i Teymiyye, Ömer bin Hattab’a üç talak meselesinde ve Hazret-i Ali’ye de on yedi meselede Kur’an’ın nassına muhalefet etti diye isnatta bulunmuştur. ‘Hazret-i Ebu Bekir ne dediğini bilen yaşlı birisi olarak Müslümanlığı kabul etti, ama Hazret-i Ali çocukken İslamiyeti kabul edip bir kavle göre çocuğun İslamiyeti sahih değildir’ demesi ve yine Hz. Ali hakkında ‘kendisi Ebu Cehil’in kızını istemiş ve ölünceye kadar onu severek unutmamıştır’ demesi üzerine âlimler ona münafıklığı isnat etmişlerdir. İbn Teymiyye, Hz. Osman (r.a.) hakkında ‘Osman malı severdi.’ demiş ve ‘Peygamber’den istigasede bulunmazdı’ dediği için ona zındıklık isnat etmişlerdir.”

Leknevî, Ecvibe adlı eserinde diyor ki: “İbn Teymiyye, İbnü’l Cevzî gibi hasen hadisleri mekzup, birçok zayıf haberi de mevzu kılmış, hatta zayıf veya mevzu oluşu ihtilaf konusu olan birçok haberin mevzu olmasında ittifak olduğunu iddia etmiştir.”

İmam Ebu’l Hasen Subkî diyor ki: “Resülûllah ile tevessül etmek, yani istigase etmek, ondan şefaat istemektir. Bu ise ne güzel bir şeydir. Önceki ve sonraki İslam âlimlerinden hiçbiri buna karşı bir şey dememiştir. Yalnız İbn Teymiyye bunu inkâr etti. Böylece doğru yoldan ayrıldı. Kendisinden önce gelen âlimlerden hiçbirinin söylemediği bir bidat çıkardı. Bu bid’ati ile Müslümanların diline düştü.”

Aliyy’ül-Kaarî, Şifa şerhinde diyor ki:

“Hanbelîlerden İbn Teymiyye, ifrata kaçmış bulunmaktadır. Zira Resülûllah Aleyhisselam efendimizi ziyaret için yolculuk yapmayı haram saymıştır. Hâlbuki ziyaretin yakınlık sebebi olduğu bilinmektedir. Onu inkâra kalkan üzerine küfür ile hükmolunmuştur. Zira müstehab olduğunda ulemanın icmaı bulunan bir şeyi haram kılmak küfür olur. Bu, mübah olduğunda icma bulunan bir şeyi haram kılmanın da ötesinde bulunmaktadır.”

Allame Şerif Takîyûddin Ebu Bekri’l-Hısnî ed-Dımaşkî diyor ki:

“İbn Teymiyye’nin dediği kavillerin en kötüsü ve çirkini, tefrika meselesidir. Yani, yalnız Peygamberin (aleyhisselam) hayatında ve huzurunda duasına tevessül etmek caizdir, vefatından sonra türbesinin yanında bile caiz değildir, sözüdür ki, bunu Yahudiler ortaya atmış ve tâbileri de bu fikir üzerinde devam etmiştir.”

Zamanın sultanının İbn Teymiyye’nin görüşlerinin değerlendirilmesi için gönderdiği emirname:

Sultan İbn Kalavun’un İbn Teymiyye hakkındaki emirnamesinin sûreti: “Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla… Bütün hamdler, her hangi bir şeye benzemekten münezzeh ve herhangi bir şey kendisine eş olmaktan uzak olan Allah’a olsun. Nitekim Allahu Teâlâ, “hiçbir nesne kendisine benzemez, gerçekten işitici, görücü ancak O’dur” (Sûre-i Şura/11) diye buyurmuştur. Kitap ve sünnetle amel etmemizi emr ve ilham eylediği ve zamanımızda dinde şek ve şüpheyi ortadan kaldırdığı için O’na hamd ederim. İhlâsı nedeniyle (kıyamet günü) akıbetinin ve dönüş yerinin güzelliğini umut eden ve Allah’ın “nerede olsanız O sizinledir ve Allah ne yaptığınızı bilir” (Sûre-i Hadid) buyurduğu ayeti celileye dayanarak yaradanı cihetten tenzih ederek La ilahe illallah, O tektir, ortağı yoktur diye şehadet ederim. Ve yine şehadet ederiz ki, Efendimiz Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. O Resulu ki, Allahın razı olduğu yola süluk edene kurtuluş yolunu göstermiş ve Allahın eserlerinde tefekkür etmeyi emr ile Zatında edilmesini yasaklamıştır. Allah, onun âl, ashabının üzerine salât ü selam eylesin, o âl ve ashab ki imanın alametleri onların himmetleriyle yükseldi, bu dinin esaslarını onlarla güçlendirdi ve onların vasıtasıyla haktan ayrılıp bid’atlara yönelen kimsenin çıkarttığı yangını söndürdü. Bundan sonra derim ki:

Şer’i kaideler, yürürlükteki İslami kurallar, imanın ilmi rükünleri ve kabul edilen din mezhepleri bu dinin esaslarıdırlar. Bunlar dinde herkesin müracaat kaynaklarıdır. O yollara süluk eden kimse, büyük zafere ulaşır, onları terk eden kimse, şüphesiz elem verici bir azaba müstahak olacaktır. İşte bu nedenle, bu esasların hükümlerin muhafaza edilmesini ve devamını tekid etmek, bu ümmetin inancını ihtilaftan korumak, ittifak, şefkat ve rahmet terazisini doğru tutmak, bid’atten müvellit fitneyi söndürmek, din ahkâmını parçalayan kimselerin toplantılarını dağıtmak vaciptir. Çağımızda İbn Teymiyye adlı kişi sözünü genişletip, cehaletiyle kelamının yularını uzatmış, Allah’ın zat ve sıfat meselelerinden uygunsuz bir şekilde bahsetmiştir. Bâtıl kelamında birçok münker şeyleri açıkça belirtmiştir. Sahabe ile tabiinin bahsetmeyip sükût ettikleri şeylere değinmiş, salihlerin ve bu ümmetin sembolü olan imamların bahsetmekten korundukları şeylerden bahsetmiş ve İslam imamlarının inkâr ettikleri, âlim ve hâkimlerin hilafına ittifak ettikleri meseleleri meydana çıkarmıştır. Avam tabakasını aldattı ve çağındaki fakihlere, Şam ve Mısır’daki büyük âlimlere muhalefet ettiği fetvalar çıkardı. Bunları, risalelerine yazıp her yere gönderdi. O fetvaları, Allah’ın nazil eylediği isimlerle adlandırdı. İşte, onun bu fetva ve risaleleri elimize geçip, kendisi ile müridlerinin sülûk ettiklerince açıkladıkları şeylerin beyanı bize ulaşınca, Allah kelamının harf ve savt olduğunu, teşbih ve tecsim akidesini açıkça söylediği anlaşılmış oldu. Dolayısıyla bu büyük fitneden korkarak Allah’ın dinine yardım etmek üzere ayaklandık ve bid’ati inkâr ettik. Onun memleketinde bunların yayılması bize ağır geldi ve batıla inananların dediklerinden iğrendik. Allahu Tealanın buyurduğu: “İzzet sahibi olan Rabbini takdis et, onların vasıflarından…” (Sûre-i Saffat/180) ayet-i celilesini okuduk. Zira Allah Sübhanehu ve Teâlâ Zatında, sıfatında Ona denk ve benzer olacak her şeyden münezzehtir. “O’nu gözler idrak edemez, O, gözleri idare eder, O lütuf sahibidir, her şeyden haberi vardır.” (En’am, 103) diye buyurmuştur.

İbn-i Teymiyye’nin açıkça konuştuğu ve onun lafızlarını işiten akıllı kimsenin, onun hakkında Allahu Teâlâ’nın: “Umulmadık bir iş yaptın.” (Kehf, 73) diye buyurduğu ayeti okuduğu, bâtıl fetvaları Şam ve Mısır ülkelerimizde yayıldığı zaman, kendisini huzura davet etmek için emirnamelerimizi gönderdik. Akd ve hall ehli olan, tahkik ve nakil sahipleri âlimlerden bir cemaat bize gelince, İslam kadıları ve hâkimler, Müslümanların âlimleri ve din ile dünya âlimleri hazır bulundular. Durumu müzakere etmek üzere, imamlar ile halktan, münazara ve itirazlar hususunda dirayetli olanlardan müteşekkil bir cemaat huzurunda şer’i bir toplantı yapıldı. Kavillerine itimat edilenlerin dediklerine ve münker akidesine delalet eden yazılarına göre, o meclisteki ulema ve halk nezdinde kendisine isnat edilen tüm şeyler sabit oldu. Meclis, onun kötü akidesini, inkârcı olarak kaleminden çıkan şeylerin şehadetiyle hakkında Allahu Teâlâ’nın buyurduğu:

“Şahitliklerini yazacağız ve sorumlu olacaklar.”[xiv] ayetini okuyarak onu suçlayıp dağılmıştır. İşittiğimize göre, bu fetvaları için birçok defa yetkililerce kendisine tevbe ettirilmiş ve dolaysıyla Şer’i Şerif cezasını te’hir etmiş, bu işten men edildikten sonra tekrar eski durumuna dönüp söz dinlememiştir. İbn Teymiyye’nin bu suçu Mâliki mezhebinin hâkimi huzurunda sabit olunca Şer’i Şerif onun fetva vermekten men edilmesine hükmetti. İbn Teymiyye’nin gittiği bu bidat yollara her hangi bir kimseyi sürüklemekten, onun itikadına tabi olup, onun bu kavlini söylemekten, bu kelimelerine kulak vermekten, teşbih yolunda gitmekten, Allah için yukarı ciheti olduğu hakkındaki konuşmasından, Allah’ın kelamının harf ve savttan ibaret olduğunu söylemekten, tecsim hakkında konuşmaktan, akaitte doğru yoldan sapmaktan veya din imamlarının görüşünden ayrılmaktan veya Allah Sübhanehu ve Teâlâ’nın bir cihette olduğuna itikat etmekten nehy eden ve bunu itikad eden eden kimsenin cezasının kılıçtan başka bir şey olmadığına dair emirnamemizin yazılmasına da hükmettik. Öyle ise, herkes bu sınırda durup haddi aşmasın!“Önce ve sonradaki iş, Allah’ındır.”[xv

Hanbelîlerden herkes, din imamlarının inkâr ettikleri bu akideden (İbn Teymiyye’nin akidesinden), doğru yoldan saptıran şüphelerden dönmemelidirler. Allahu Tealanın emrettiği şeylerden, övülen iman ehlinin yollarına temessükden ayrılmamalıdırlar. Çünkü Allah’ın emrinden dışarı çıkanlar, şüphesiz doğru yolu kaybetmişlerdir. Bu gibi insanlara ceza olarak eziyetten başka bir şey olmayıp uzun zaman hapis edileceklerdir. Hapis ise, kötü bir yerdir. Şüphesiz bizler Dımaşk ve Şam diyarına ve bu yerlere yakın ve uzak yerlere şöyle bir resmi emir çıkardık: İbn Teymiyye’ye beyan ettiğimiz hususlarda tabi olanları şiddetle nehy eder, onları korkutarak tehdit ederiz. Onu koyduğumuz yere (hapse) göndereceğiz. Onu ümmetin gözünden düşürdüğümüz gibi taraftarını da düşürürüz. Israr edip de onu müdafaa edenin, medreselerinden ve görevlerinden azledilmelerini emrederiz. Onları rütbelerinden düşüreceğiz. Onlar için ülkemizde hiçbir hüküm ve velayet ve şahitlik, imamet, hatta hiçbir mertebe ve ikame hakkı olmayacaktır. Zira biz bu bidatçinin iddiasını ortadan kaldırdık ve Allah’ın birçok kullarını sapıttığı veya sapıtmaya yaklaştırdığı kötü akidesini iptal ettik. Hatta o kötü akidesi yüzünden halkın çoğu doğru yoldan saptılar ve yeryüzünde fesat çıkardılar. Hanbelîler de bu kötü fikirden dolayı şer’i sicil defterlerinde tesbit edilsin, tesbitten sonra bu resmi kayıtlar Maliki kadılara gönderilsin. Bu husustaki korkutmamızda haklı olarak insafa dayandık. Bu şerefli emir yazımız, ovada, şehirde ikamet eden herkese de belagatli ve kötü inançtan men edici olmak üzere cami minberlerinde okunsun. Bu emirnamemiz, 705 H. Ramazan ayında yazılmıştır.” [xvi]

İşte Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat mezhebinin büyükleri, İbn-i Teymiyye hakkında bunları söylerken, onun sağlam olmayan fikirlerini Ümmet-i Muhammedin evlatlarına dayatmak, onu tectid hareketinin öncüsü diye tanıtarak kafa bulandırmak istemek, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ve Eshabının yolu olan Ehl-i Sünneti ortadan kaldırmaya çalışmaktır. Şanı Yüce Allah, Ümmet-i Muhammed’i dâlalet çukurlarına girmekten muhafaza buyursun.

[i] Ebu Hamid Bin Merzuk, Beraet’ül Eş’ariyyin, sh. 24-25

[ii] Beraatü’l Eş’ariyyin, sh. 108

[iii] İbn Teymiyye’nin Fetvaları, cilt 2, sh. 275

[iv] İbn Teymiyye’nin Fetvaları, cilt 2, sh. 275

[v] İbn Teymiyye, Minhacü’s Sünne, sh. 62

[vi] İbn Teymiyye, Ehli’s Suffe, sh. 34

[vii] İbn Teymiyye Fetevası, cilt 2, sh, 271

[viii] İbn Teymiyye Fetevası, cilt 2, sh. 293

[ix] İbn Teymiyye, el Cevabü’l Bahir fi Züvvari’l Mekabir, sh.88

[x] İbn Teymiyye, El Minhacü’s Sünne cilt 2, sh. 29

[xi] İbn Teymiyye, Er-Redd Alâ Men Kâle bi Fenai’l Cennetî ve’n Nar, sh. 52-57

[xii] el Furkan Beyne Evliyai’r-Rahman ve Evliyai’ş Şeytan, s. 144

[xiii] Birgivi Vasiyetnamesi Şerhi

[xiv] Sûre-i Zuhruf/19[xv] Sûre-i Rum/4

[xvi] Ebu Hamid bin Merzuk, Beraatü’l Eşariyyin, sh. 391-395

Zina ettim, öldürülecek miyim?


Bir şey suç/kusur/günah ise, o şeye götüren her şey de suç/kusur/günahtır. İslam hukuku, günümüzün akıllara zarar, rezil guguk sistemlerine benzemez.

Darül Harpte, yani İslam Hukuku ile idare olunmayan bir devlette, had ve ta’zir cezaları uygulanmaz. Böyle bir devlette Müslümanlar, hırsızlık yapanın elini kesmez, zina eden evli kadın ve erkekleri recm etmez. Zina eden bekar kızları ve erkekleri de sopalamaz ve sürgün etmez. Çünkü Dar’ül Harp, Müslümanların devlet idaresine hakim olup da devlet gücü ile nizamı sağlayabildikleri bir ülke değildir. Devlet olmadan, müslüman fertlerin ya da grupların kendi kendilerine yargılama ve infaz yapma hakları da yoktur. Müslüman bir grubun, bir diyarın yönetimini el geçirir geçirmez şer’i cezaları uygulama hakkı da yoktur. Bir devletin ya da bir siyasi otoritenin, denetimi altındaki bir yerde, bir suçun/günahın önünü tamamen kesmeden, o suçu-günahı işleyen vatandaşlarını cezalandırma hakkı yoktur. Önce İslami düzen kurulur, gerekli bütün tedbirler alınır, denetim gereğince yapılır, her suçun önü kesilir, insanlar ikaz edilir, cezanın çok ağır olduğu duyurulur, bundan sonra, bunca tedbire, denetime ve ikaza rağmen bu günahlara düşenler olursa da cezasını çeker. İslam devleti ya da İslami bir bölgesel idare, T.C gibi içki üretilmesini, satılmasını, içilmesini serbest bırakıp da ya da yönetimi altındaki topraklara bunların dışarında girmesini önleyemeyip de, içkili halde araç kullanılmasını ya da kaza yapılmasını cezalandırmak gibi komik ve saçma uygulamalar yapmaz. Bir şey suç/kusur/günah ise, o şeye götüren her şey de suç/kusur/günahtır. Kendisi en temel hukuk kaidelerine uymadığı ve bilmediği halde, vatandaşlarının hukuka saygılı ve adil bireyler olmasını bekleyen idari sisteme “Demokrasi” denir. Bu sistemin ne olduğunu idrak edemeden bağıra çağıra savunanlara “çağdaş”, böylesine cahilce ve yanlış bir sistemi eleştirip gerçekten medeni ve hukuki bir yönetim isteyenlere de “gerici” denilir.

Mehmet Fahri Sertkaya

Öteki Gündem’in öteki yüzü: Gizli Yahudilik ve Kabalacılık

Sabetaycı gizli Yahudi Cansu Canan Özgen’in metatron kolyesini anlattığımız yazımız, aylardır kimseye duyurulamıyor, paylaşılamıyor. Büyük bir karartma devam ediyor. Oysa daha ilk saatlerde, çok sayıda araştırmacı, TV programcısı dahil on binlerce kişi sosyal ağlarda bunu paylaşmıştı. Sonra bir anda paylaşımlar kesildi, kimse göremedi, halen kimse göremiyor, yayamıyor.

Bkz.

https://ok.ru/video/574295575152(Cansu Canan Özgen’in Metatron kolyesi)

Sabetaycı gizli Yahudi olduğunu meydana çıkarttığımız Cansu Canan Özgen’in taktığı o kolye ne mana ifade ediyor, biliyor musunuz?
Sabetaycı gizli Yahudi olduğunu deşifre ettiğimiz günden beri, kendisine profilinden en medeni şekilde ”Sen gerçekten Sabetaycı mısın?” şeklinde soran takipçilerine “Hayır, değilim” cevabı veremeyip hepsini anında engelleyen CanSU Canan ÖzGEN’in, görmekte olduğunuz o kolyesi de tam kendisine yakışır türden. Tam da gizli Yahudi birinin üzerinde görülecek türden. Hatta yeşil ve mor renkleri de özenle seçilmiş.

Buna Metatron deniliyor. Kabbalistik bir sembol. Yahudi inançlarına, Talmud‘a ve Kabalaya dayanıyor. Metatron, Yahudilerin inancında bir baş melektir ve iyilikleri kayıt ettiğine, yazdığına, iyilikler yaptığına ama bazen de zarar verdiğine inanılıyor. Kabala metinlerinde bu melekten bahsediliyor ama isminin ne zaman ve nasıl Metatrona dönüştüğü pek bilinmiyor, izah edilemiyor. 
Başvurulan kaynaklarda, Yahudilerin, inançlarına göre Metatron’un baş melek olduğunda ve sonradan bir anda tanrı tarafından baş meleğe dönüştürüldüğü hususunda ittifak halinde oldukları ama önceden kimdi, neydi, koruyucu bir melek mi, yazıcı bir melek mi, bazen de zarar verir mi gibi hususlarda ise kendi aralarında ihtilaf halinde oldukları görülüyor. Zaten bunlar, bir İslam peygamberi olan Hz Musa’nın hak şeriatı olan Museviliğin tahrif edildiğini, hak kitap olan Tevrat’ın tahrif edildiğini, hahamlar tarafından bozulduğunu ve hak kitap olan Kur’an-ı Kerim’in, kendisinden önceki hak kitapların hükmünü nesh ettiğini bilen biz Müslümanları çok da alakadar etmiyor. Bir de şunu bilmemiz de fayda var ki, Yahudiler, Metatron sembollü takılar taşınarak, koruyucu bir tesir oluşturulduğuna da inanıyor.

Bu Metatron’un kolyeleri, takıları yapılıyor ve pek çok ülkede adına Metatron denilerek satılıyor. Yahudi olduklarını gizleyen ülkemizdeki New Age tarikatlarının mensupları ”enerji”, ”yaşam enerjisi”, ”Kuantum bilinç”, ”Zamanın doğası”, ”Şifa enerjisi”, ”Sevginin ışığı”, ”Işık insan” ve benzeri kelimelerle sık sık Metatron adını ve sembolünü yan yana getirerek kullanıyorlar. Bazıları ise Metatron ve benzeri Yahudi inancına dayalı tabirleri kullanmayıp diğer tabirlerle insanların dikkatini çekip peşlerine takıyor, bu insanları yavaş yavaş istedikleri sapkın inançlara çekiyor. Yahudilik ve Kabala ile olan bağlantıyı gizliyor. Mesela uzaylı tarikatları olarak bilinen sapkın tarikatlar ile, uzaylıları araştırıyor görüntüsü altında halkın dikkatini çeken ve sonra onlara nabza göre şerbet verip gizli gizli Kabala öğretilerine çekenler… Bunlar ‘Işık insan’‘tekamül süreci’‘Bilinç seviyemizi yükseltmek’ tabirlerini de sık kullanıyorlar. Mevzuya uzaydan, uzaylılardan, uzaylıların dünya insanlığından neden gizlendiklerinden, bizim ne yapmamızı beklediklerinden ve ayrıca bilimsellikten, akılcılıktan, fizikten, kuantumdan, maddenin/eşyanın hakikatinden girip, memleketin Müslüman evladını Kabala, Talmud ve bozulmuş/muharref Yahudi dini öğretilerine çekiyorlar. Öteki Gündem’in demirbaşlarından denebilecek İzmirli Sabetaycı gizli Yahudi Haktan Akdoğan bunlardan sadece biri… Aralarında kısmi farklar olsa da Ahmet Hulusi de bunlardan bir diğeri… 

Sabetaycı minik serçe Sezen Aksu‘nun, kanatlarının altına alıp yükselttiği ve Ahmet Hulusi’nin de talebesi olan, uzun süre ‘Müslüman sanatçı’ rolü oynayıp şimdilerde herkesi hayal kırıklıklarına uğratan, göründüğünün tam zıddına bir karakteri ve hayatı olduğu meydana çıkan Mustafa Ceceli’ye bir sorun bakalım, kandırılmış mı, yoksa kendisi de mi bu yolun yolcusu bir Kabalacı gizli Yahudiymiş…

Sorun diyorum, hiçbir şeyi sormuyorsunuz. Sorun, bunları sormak, araştırmak, öğrenmek, sorgulamak suç değil. Sorun; sorular sorun, hesap sorun. Hatta gidin savcılıklara şikayetçi olun. ”Gizli bir teşekkül, üzeri örtülü ve organize bir ihanet çarkı olduğu açıktır. Her yere sızdıkları, her alanı ele geçirdikleri görülüyor. Basın ve medya gücünün de art niyetli kullanıldığı, memleketin asli unsurunun aleyhine bir silah gibi kullanıldığı anlaşılıyor. Şahısların kendilerini bile savunamaz halleri gözler önündedir. Paralel devlet oldukları iddiası ile bunca ev hanımı, bunca hamile kadın, bunca loğusa kadın bile ters kelepçe ile tutuklanıp ceza evlerine doldurulmuştur ve bunlar, haklarında kale alınır iddianameler bile yazılamadığı halde bir yıldır ceza evlerindedir. Ülkemizdeki asli unsur olan Müslümanlara karşı enteresan, izah edilemez şeyler yaşanıyorken, devlet mekanizması özellikle son bir asırdır hep asli unsura inat/ters uygulamalar yapıyorken, bu gerçek paralel yapılanmaya dokunulmaması da dikkat çekicidir. Böyle hukuk/adalet olmaz. Bunlar tarafından, maddeten ve manen zararlara sürüklendiğimiz, bir asırdan fazla bir süredir ülkemizin bunlar tarafından gizlice yönetildiği, kasten her sahada geri bırakıldığımız, kasten maddi ve manevi felaketlere topyekun sürüklendiğimiz ve bunun art niyetle, organize şekilde ve gizli kimliklerle yapıldığı açıktır. Gerçek paralel devletin, yani #İçimizdekiİsrail‘in bir an önce kanun/devlet yolu ile deşifre edilmesini, durdurulmasını ve bütün mensuplarının eylemlerine uyan TCK maddeleri kapsamında mümkün olabilen en ğaır şekilde cezalandırılmasını talep ediyorum” deyin. 

Mehmet Fahri Sertkaya

Sözde bilim Psikiyatri bir işe yaramıyor, herkes depresyonda ve her yıl 800 bin kişi intihar ediyor

Dünyada 322 milyon kişi depresyonda


Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), depresyonda olan kişi sayısının dünya genelinde 322 milyon, Türkiye’de ise 3 milyonun üzerinde olduğunu açıkladı.

Dünya Sağlık Örgütü’nün bu yıl 7 Nisan Dünya Sağlık Günü ana teması olan ‘depresyon‘ konusunda yayımladığı rapora göre, rakam son 10 yılda yüzde 18 arttı. Depresyondaki insan sayısı, dünya nüfusunun yüzde 4.4’üne tekabül ediyor.


TÜRKİYE’DE NÜFUSUN YÜZDE 4.4’Ü DEPRESYONDA


Raporda, Türkiye nüfusunun yüzde 4.4’ü, yani 3 milyon 260 bin 677 kişinin depresyonda olduğu belirtildi. Refah düzeyi yüksek ülkelerde depresyondaki kişilerin sadece yüzde 50’sinin tedavi gördüğü, düşük refah düzeyine sahip ülkelerde ise bu oranın yüzde 10’un altında olduğu ifade edildi.


DEPRESYON KADINLARDA DAHA YAYGIN


Rapora göre depresyon kadınlar arasında daha yaygın. Dünyada kadınların yüzde 5.1’inin, erkeklerin ise yüzde 3.6’sının depresyonda olduğu vurgulandı.

Dünyada depresyonun farklı yaş aralıklarında da farklı oranlarda gözlendiği ifade edilen raporda, 55-74 yaş aralığındaki erkeklerde depresyon oranının yüzde 5.5 iken, kadınlarda 7.5 olduğu bildirildi.

Dünyada depresyonda olan kişilerin yarısının, nüfus yoğunluğuyla bağlantılı olarak Çin ve Hindistan’ın yer aldığı Güneydoğu Asya ve Batı Pasifik bölgesinde yaşadığı belirtildi.


HER YIL YAKLAŞIK 800 BİN KİŞİ İNTİHAR EDİYOR

Raporda:

➥ “Depresyon, intihara sürükleyen en büyük risk. Dünyada her yıl yaklaşık 800 bin kişi intihar ediyor. 15-29 yaş aralığında yaşanan ölümlerin nedeni olarak intihar, ikinci sırada bulunuyor. Depresyon ve diğer ruh sağlığı sorunları dünya genelinde artış eğiliminde” ifadesi kullanıldı.
DSÖ’ye göre, Türkiye’de her 100 bin kişiden 12.6’sı intihar ediyor. Bu, ülke nüfusu göz önüne alındığında Türkiye’de her yıl yaklaşık 10 bin kişinin intihar ettiğini gösteriyor. Depresyonun, işsizlik, yoksulluk, bir yakının kaybedilmesi ve bir ilişkinin sonlandırılması, hastalık, alkol ve uyuşturucu madde kullanımı gibi nedenlerle artış gösterdiği vurgulandı.
Raporda: “Ruhsal bozukluk gösteren kişi sayısı, özellikle nüfusu artış gösteren düşük gelirli ülkeler başta olmak üzere dünya genelinde yükseliş gösteriyor.” ifadesi yer aldı.

Bkz. www.tibbinkaranlikyuzu.com(İlk yayın tarihi: Nisan 2017)

Mehmet Fahri Sertkaya