Abdülhamid Han çarşaf giyilmesini yasaklamıştı. İşte vesikası/belgesi


Abdülhamid Han çarşaf giyilmesini yasaklamıştı. İşte vesikası/belgesi
Çarşaf Müslüman kadınlarına çok sonradan geçmiş bir Hristiyan kıyafetidir. Sahabe hanımları çarşaf giymediler. Tesettür ayetindeki “cilbab” kelimesi de çarşaf anlamına gelmiyor.

Sultan II. Abdülhamit Han’ın siyah çarşafın Hristiyan adeti olması ve Müslüman kadınları tarafından giyilmemesi hakkında verdiği emrin belgesi..

Türkçe metin
Padişah hazretlerinin, bugün yüce cuma selamlığı törenini müteakip Teşvikiye’de bulunan devlet silahhanesini yüksek teşrifleri gerçekleştikten sonra saraya dönerken geçtiği yol üzerinde acayip bir tarzda bellerinden bağlı siyah çarşaflara bürünmüş ve yüzlerini dahi siyah renkte ve gayet ince peçelerle örtmüş bazı kadınlar gözüne ilişmiş, bunların neredeyse çıplak denilecek derecede açık saçık bulunmalarına ve adeta matem elbisesi giyinmiş Hıristiyan kadınlarına benzemiş olmalarına bakarak birdenbire Müslüman olup olmadıklarında tereddüde düşmüştür.
Delil ve açıklama gerektirmez bir husustur ki, Yüce İslam Devleti’nin (Allah onu kıyamete kadar yaşatsın) kıvam ve bekasının ve şevket ve yükselişinin artışı, devlet kurumunun fertlerini oluşturan bütün erkek ve kadın Müslümanların hal, durum ve hareketlerinde Şeriatın faydalı ve kurtarıcı hükümlerine eksiksiz bir ihtimamla uymalarına bağlıdır. Aksi hal, Allah korusun, gerek ümmetin fertleri, gerekse devletin esası için maddî ve manevî açıdan sonsuz zararlar verecektir.
Bu yüzden Müslüman kadınların Allah’ın emirleri arasında bulunan tesettür ve hicaba girmenin güzel adabına dikkat ve özen göstermeleri gerektiğine dair beyan ve delil getirmek gereksizdir. İşbu çarşaflar ise Müslüman kadınlarca tesettür emrine asla uygun ve müsait olmadığı gibi, [kötü] bir maksatla şuraya buraya girmek için bazı münasebetsiz erkekler tarafından dahi bir yerde fesat aleti olarak kullanılmaktadır.
Hatta geçenlerde bir erkek bu şekilde çarşafa bürünerek kadın kıyafetinde silahlı olarak bir eve girmiş ve evdeki kadının üzerine hücum edip çaldığı eşyayı pencereden arkadaşına atarak savuşmuştur. Dinî açıdan ve toplumun iyiliği için açık olan çok sayıdaki zarar ve sakıncaya dayanarak bu konuda gereken kişilere yumuşakça ve münasip bir üslupla anlatılmak ve gerekli nasihatler verilmek suretiyle kadınlarca çarşaf giyilmesinin yasaklanması [veya engellenmesi] için sebeplerin temini padişahın emir ve fermanı gereğidir.O konuda emir ve ferman, emir sahibinindir.
2 Nisan 1892

Osmanlı Türkçesi ile orjinal hali
Bugün Cuma selamlık resm-i alisini müteakip Teşvikiye’de kain silahhane-i hümayunu teşrif-i maali-redif-i hazret-i padişahi vuku’uyla oradan saray-ı hümayua avdet buyurulur iken rehgüzar-ı şahanede bir tarz-ı acibde bellerinden bağlı siyah çarşeblere bürünmüş ve yüzlerini dahi siyah renkte ve gayetinçe peçeler ile örtmüş bazı kadınlar müsadif-i nazargah-ı ali olarak bunların gayr-ı mesture denilecek halde açık saçık bulunmalarına ve adeta matem elbisesi iktisa etmiş hristiyan kadınlarına müşabih olmalarına nazaran vehleten İslam olmadıklarına tereddüd buyrulmuşdur. Muhtac-ı irad ve izak olmadığı vechile Devlet-i Muazzama-i İslamiye edameha’llahu teala ila-yevmi’l-kıyamenin kıvam ve bakası ve tezayüd-i şevket-ü i’tilası hey’et-i devletin efradından bulunan bilcümle Müslimin ve Müslimatın kaffe-i ahval ve evza’ ve harekatda şeri’at-i garra-yı Ahmediyenin ahkam-ı münife ve münciyesine kemal-i ihtimam ile tevessül ve irtiba’ etmelerine menut ve merbut olup aks-i hal ma’aza’llahü teala gerek efrad-ı ümmet ve gerek esas-ı devlet için maddi ve ma’nevi mucib-i mazarrat-ı bi-nihayet olacağından İslam kadınlarının cümle-i evamir-i İlahiyeden bulunan ahval ve adab-ı mergube-i tesettür ve ihticaba fevkalade dikkat ve itina etmeleri lüzumu vareste-i beyan ve ityan olarak işbu çarşebler ise İslam kadınlarınca emr-i tesettüre asla muvafık ve müsaid olmadığı gibi li-maksadin şuraya buraya girmek için bazı münasebetsiz erkekler tarafından dahi bir yerde fesad vemel’anet olarak istimal edilmekde olup hatta geçenlerde bir erkek bu suretle çarşebe bürünerek kadın kıyafetinde müsellehan bir haneye duhul ile evdeki kadının üzerine bi’l-hücum sirkat eylediği eşyayı pencereden arkadaşına atarak savuşnuş olduğundan diyaneten ve maslahaten derkar olan mazarrat ve mezahir-i adidesine mebni bu babda icab edenlere suret-i leyyine ve münasibede tefhimat ve vesaya-yı lazime ifa edilmek suretiyle kadınlarca çarşeb iktisasının men’i esbabının istihsali şeref-sadır olan emr-ü ferman-ı hümayun-ı padişahi iktiza-yı alisinden bulunmuş olmağla ol babda emr ü ferman hazret-i veliyyü’l-emrindir.

Fi 4 Ramazan sene (1)309veFi 20 Mart sane (1)308

Akademi Dergisi

Mehdi ne demektir ve kimdir?

Mehdî kelime olarak; doğru yolu bulmak, hidayet yoluna girmek, yol göstermek ve yol târif etmek mânâlarına gelen ”hidâyet” masdarından meydana gelmiştir.

Bir başka ifadeyle Mehdî, hidâyete eren, doğru yolu bulan kimse demektir.

Kelime mânâsı itibariyle mehdî, ”kendisine rehberlik edilen” demek olduğu halde, hidâyetin Allah’tan olması sebebiyle daha husûsi bir mânâ kazanmış ve ”Allâh’ın hidâyetine nâil olan, O’nun tarafından yol gösterilen kimse” için kullanılır olmuştur.

İslâmî ilimler ıstılâhında Mehdî kıyâmet kopmadan önce gelecek ve kendisinden evvel zulümle dolmuş olan dünyayı adâletle dolduracak olan Ehl-i Beyt’ten bir zâttır.

Mehdî, kıyâmetin büyük alâmetlerindendir.

Bir gün bir kimse, Hz. Ali’nin oğlu Muhammed Hanefiyye’nin (r. anhüma) yanına geldi ve ”es-Selâmü aleyke yâ Mehdî!” diye selâm verdi. Muhammed Hanefiyye hazretleri o zâta, biraz da lâtîfeli bir tarzda buyurdu ki:

➥ ”Doğru söylüyorsun. Ben insanları hidâyete, hayra/iyiliğe dâvet etmek ve doğru yolu göstermek bakımından Mehdî’yim. Lâkin, âhir zamanda gelecek olan Mehdî değilim. Öyle anlaşılmaması için, bana selâm vereceğiniz vakit, ismimle veya künyemle hitab ediniz.”

Mehdî ile alâkalı hadislerin bir kısmı, bizzat Resûlüllah Efendimiz’in (s.a.v.) mübârek ağızlarından, bir kısmı da Hz. Ali’den (k.v.) nakledilmektedir. Bu hadislerde Mehdî’nin, Ehl-i Beyt’ten, Hz. Fâtıma’nın (r.anhâ) çocuklarından olacağı, yani nesebinin hem Hz. Hasan hem de Hz. Hüseyin’e (r.anhümâ) dayanıp seyyid ve şerif ünvanlarına sahip bulunacağı, ahlâken de aynen Resûlüllah efendimize benzeyeceği bildirilmektedir.Mihmandâr-ı Resûl, Ebû Eyyûbi’l-Ensârî (r.a.) anlatıyor:
Resûlüllah sallallâhü aleyhi vesellem (efendimiz, bir gün kızı) Fâtıma radıyallâhü anhâ’ya şöyle buyurdu:

➥ ”Nebîmiz nebîlerin hayırlısıdır. O, babandır. Şehidimiz, şehitlerin hayırlısıdır. O, babanın amcası Hamza’dır. İki kanadıyla cennette dilediği yerde uçan bizdendir. O, babanın amcasının oğlu Câfer’dir. Ve bu ümmetin torunları Hasan ve Hüseyin bizdendir. Onlar senin oğlundur. Mehdî de bizdendir.” (1)

Hadîs-i Şerifte Peygamberimiz’in, (s.a.v.) Uhud Harbi’nde şehit düşen amcası Hz. Hamza’nın (r.a.),  Mûte Harbi’nde şehit olan amcasının oğlu hz. Ca‘fer’in (r.a.), torunları hz. Hasan ve Hüseyin’in (r.anhümâ) faziletine dikkat çekildikten sonra, Hz. Mehdî’nin (aleyhirrahmeti verrıdvân) de Ehl-i Beyt’ten olduğu hatırlatılmaktadır.

***
Nakşibendî yolu Müceddidîn kolu silsilesi kendisiyle ikmâl ve tamamlanmış bulunan, bu zincirin 33. ve son halkasını teşkil eden Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretleri, bir sohbetlerinde bu hususta şu îzahatta bulunurlar:
➥ Hz. Mehdî (aleyhirrıdvân) hakkında vâki Hadîs-i Şeriflerde, Fahr-i Âlem Efendimiz’den (s.a.v) sırran haber sâdır olmuştur; ancak, anahtarı kimde ise o açar ve işin hakikatini o anlar, başkası anlayamaz. Herkes anlasa sır zâhir olur, usûle muhâlif gelir. Yani zamanın sâhibi, Resûlüllâh’ın vârisi perdeyi kime açarsa, ancak o anlar. Nüzûl-ü İsa aleyhisselâm’daki (Hz. İsa’nın yeryüzüne inişindeki) sır da böyle… Allah dostlarının rütbesindeki büyüklükleri nisbetinde halleri ve sırları kapalıdır.” (2)

***
İkinci bin yılın müceddidi, Silsile-i Aliyye-i Nakşibendiye’nin 23. halkası İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretleri de Mektubat’ında, Hz. Mehdî (aleyhirrıdvân) ile alâkalı şu açıklamalara yer vermektedir:

➥ Haberde şöyle bildirildi: Geleceği vâd edilen Hz. Mehdî aleyhirrıdvân, saltanâtı zamanında dînin tervîcini (kıymet ve itibârını artırmayı) ve sünnetin ihyâsını murâd ettiğinde, bid‘at ile ameli âdet edinen ve onları güzel zannedip bu zannı sebebiyle dîne ilhak eden Medîne âlimi, hayretle şöyle diyecektir: ‘Şüphe yok ki bu şahıs, dinimizi ortadan kaldırmak ve şerîatimizi yok etmek istiyor!’ Bunun üzerine Hz. Mehdî aleyhirrıdvân, onun öldürülmesini (bid‘atlerinin ortadan kaldırılmasını) emreder. Böylece onun, güzel sandığı fiillerin kötü yani birer bid‘at olduğu da görülmüş olur. ‘Bu Allâh’ın fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah en büyük fazlın (lûtuf, ihsan ve inâyetin) sahibidir.” (3)
➥ ”Öyle zannediyorum/o kanaatteyim ki, ekmel-i velâyetle geleceği vâd edilen Mehdî (aleyhirrıdvân), bu nisbet (yani kendisinin mensûbu bulunduğu Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibediyye-i Müceddidîn kolu) üzere olacak ve bu Silsile-i Aliyye’yi tamamlayıp ikmâl edecektir. (Bu zincirin son halkası o olacaktır.)” (4)

İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretleri, adı geçen mektuplarını ve diğer pek çok te’lifatını kaleme alış sebebini açıklarken, aşağıdaki dikkat çekici cümleye de yer veriyorlar:

➥ ”Bize, bütün yazılarımızı âhir zamanda geleceği vâd edilen Mehdî’nin (aleyhirrahmeti vettahiyyeti verrıdvân) okuyacağı ve hepsini makbul bulacağı bildirildi. Bu kadar yazı yazmamızın sebebi budur.” (5)

Mazanne-i hayr/mazanne-i kirâmdan dinleyip işittiğimize göre Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretleri bir gün buyuruyorlar ki (mealen): 
➥ ”İmam-ı Rabbani hazretlerinden Allah razı olsun, bu mektupları yazmışlar, hepsi de makbulümüzdür. Eğer o bunları yazmamış olsaydı, bunları da bizim yazmamız icap edecekti.”

Son söz; Allâh-ü âlem…

Her şeyin olduğu gibi ”Mehdî” meselesinin de en iyisini, en doğrusunu bilen Allah-ü Teala’dır.

DİPNOTLAR
(1) Taberânî, Mu‘cemü’s-Sağîr (Terc.), 1, H. no: 66.
(2) Erol, Ali, Hatıratım, s. 31.
(3) El-Mektûbât, 1, 255; K.K., Cum‘â sûresi, 4.
(4)El-Mektûbât, 1, 251.
(5) Hocazade Ahmed Hilmi, Hadîkatü’l-Evliya; Muhammed Haşim-i Keşmî, Berekât.
Akademi Dergisi